29 Ekim 2014 Çarşamba

Acı biberler

Genelde yazı yazarken neyi yazmak istediğime dair bir fikrim olur ve o çerçevede bir şeyler sallarım. Hani suyun donması için de toz tanesi gerekiyor ilk onun etrafında oluşuyor buz kristalleri ya onun gibi. Eğer su soğurken etrafında donacağı bir toz tanesi bulamazsa donma sıcaklığının altında sıvı halde kalabilir ama herhangi bir dış etki olunca birden donar. "Supercooling" deniyormuş İngilizcesine Türkçesini bulamadım. Google'dan bakın işte benim anlatmama gerek yok. Neyse ben de yazı yazarken böyle oluyordu. Bir fikir ve onun çevresinde toplanan cümle grubundan ibaretti ama bu sefer hazırda bir fikrim yok. Peki bunları niye anlatıyorum? Aslında buna benzer bi sürü soruyu cevaplamış olmam lazım önceki yazılarda şimdi tekrar burada aynı şeyleri yazmak sıkıcı olur. Peki acı biberlerin bunlarla ne alakası var? (Yok) Öncelikle meyvelerin amacını anlamamız gerekiyor. Meyveler ağaçların tohumlarını dağıtsınlar diye hayvanlara verdikleri rüşvetten ibarettir. "Eğer sen tohumlarımı dağıtırsan meyve yeyip doyabilirsin yok tohumu yemeye çalışırsan zehirlerim" der ağaçlar bize. O yüzden meyveler besleyiciyken tohumlar zehirlidir. Mesela kayısı çekirdeğinde falan siyanür var ve küçük çocuklar fazlaca kayısı çekirdeği yerse zehirlenebiliyor.  Ödül ve cezaya dayalı bir sistem kısaca. Ödül-ceza sistemi çok ilkel bir sistem ve bu da ne kadar güçlü olduğunu kanıtlıyor. İlkellik güçtür arkadaşlar. Zaten ilkel demek eski Türkçede "Zamanın çürütemediği" anlamına gelmektedir. (Tamam şimdi uydurdum ama olsa ne güzel olurdu.) Dünyadaki canlılar oluşurken bir sürü değişimden geçmiştir. İşte önce oksijensiz solunum sonra mantarlar falan iyice ürüyor, kambriyen patlaması falan filan o kısımlar uzun. Tüm bunlar niye olmuş? Dünyaya uyum sağlayabilmek için. Bunlar olurken ödül-ceza sistemi hep vardı çünkü çok mükemmel bir şey bu ödül-ceza şeysi. Biberlere geri dönelim. Madem ki meyveler rüşvet biber niye acı? Rüşvet olarak dayak atan bir insan gördünüz mü? Biberler böyle yapıyor ama. Niye? Biber acı olursa onu yiyemeyiz. O zaman da tohumları etrafa yayamayız ve biberlerin soyu tükenir. Demek ki biberler intihar ediyorlar. Bizim gibi hareket kabiliyetine sahip olmadıkları için onların intiharı daha yavaş ve acılı bir ölüm. Neden intihar ediyorlar? Bitkiler iyi canlılar değiller. Dünyada köle olan canlılar biziz. Doğacı adamlar hep diyor ya "Bölye devam ederse dünyanın sonunu getireceğiz. Doğayı öldüreceğiz". Aslında yok ettiğimiz tek tür kendi türümüz. Bitkiler bizden çok sonra bile yaşamaya devam edecek. Doğayı değil kendimizi öldürüyoruz. Doğa-insan arasındaki sahip-köle ilişkisini tersine anlıyoruz. Köle olan biziz ve fark etmiyoruz. Oksijen, su, yemek daha bir sürü bağımlılığımız var. Ağaçlarsız karşılayamayacağımız tüm ihtiyaçlarımız bizim zincirlerimiz ve bunlardan zevk almaya başladık. Hayvanlar da bizim gibi ama bizim farkımız bunları fark edebilmemiz ya da fark edebilme ihtimalimiz diyelim. Peki hangisi daha iyi? Cehalet mutluluktur diyen insanlar var. Bence saçmalıyorlar. Cahillik her şeyi kısıtlar. Cahillerin mutlulukları -5 ile +5 arasındaysa Bilgililerin mutluluk aralığı -15 ile +50 falandır.(Sanki sayı vermeseydim daha güzel olurdu ama böyle kalsın şimdilik.) Cahil adamın en mutlu anı bile yeterince mutlu değildir. Bi de bu cümlenin devamı bana göre "Cehalet mutluluktur ama ben mutsuzum çünkü ben çok zekiyim." olarak gidiyor genelde. Adam kendi sosyal yetenek yoksunluğunu zeka olarak görmeye meyilli. "Zeki adamlar mutsuz oluyormuş" gibi cümleleri de sevmiyorum aynı nedenlerden dolayı. Hem ben mutluyum o zaman aptal mıyım? Mutluluk zekanın bir kriteri değildir bence, çevrenle olan uyumunla ilgilidir. Sonuç olarak ana fikir olmadan yazmaya başladığım bu yazıda bir sürü konuya atladım. Aslında tüm bunların ayrı bir yazı olması gerekirdi ama ben ısırıp bırakmış oldum bunları. Umuyorum ki hepsini ayrı ayrı irdelerim. Zaten okuyan yok o kadar problem olmaz.

18 Ekim 2014 Cumartesi

Parklar

Çocuk parklarının gerçek yüzünü görmeye hazır mısınız? (Yazıya böyle soruyla girince daha bir ciddi oluyor bence. Öbür yandan iddialı da oluyor biraz. Keşke olmasaydı öyle.) Bildiğiniz gibi her parkta olan birkaç alet var. Bunlar kaydırak, salıncak ve tahterevalli. Bu listede tahterevalli direk dikkatimizi çekiyor. İnsan niye yukarı aşağı giden bir oyuncağa tahterevalli gibi uzun ve alakasız bir isim verir? Konumuz bu değil ama dağılmayalım. Bu 3'ünün tüm parklarda olması tesadüf değil. Hepsinin verdiği bir mesaj var. Sırayla inceleyelim bunları: Peki hangi sırayla inceleyelim?  ilk olarak kaydırak, kaymak için öncelikle yukarı çıkmanız lazım. Kendinizi taşıyarak belirli bir yere varmalısınız. Sonra merdivenlerden çıkarak kazandığınız potansiyel enerjiyi kayarak eğlenceye dönüştürürsünüz. Eğer kaydırak biraz yukarıda bitiyorsa düşme ihtimaliniz var. Kenarlardan tutunursanız bu ihtimal ortadan kalkıyor ama, o yüzden sorun yok. Peki bu basit aletin bize vermek istediği mesaj nedir? Gerçek hayatta çalışarak bir yerlere ulaşmaya çalışıyoruz. Sürekli daha yukarıya sürekli daha ileriye gitmeye çabalıyoruz. Ne kadar yükselirsek o kadar mutlu olacağımızı düşünüyoruz ama belki hayat da kaydırak gibidir. Belki de zevkli olan çıkmak değil inmektir.  Esas mesele kaybederken de gülebilmektir belki. Kaydıraklar mutluluğa para, mal, mülk, mevki gibi şeyleri kazanırken değil de kaybederken ulaşabileceğimizi fısıldıyor onu duyan kulaklara. Parktayken anneniz "hadi gidiyoruz." diyene kadar kaydırağın tepesinde oturup sahip olduğunuz gücün tadını çıkarabilirsiniz. Zevkli olur mu bilmem ama. Ben daha öyle yapan bir çocuk görmedim. Gerçek hayatta da "hadi gidiyoruz." lafını duymadan kaymak lazım bence, en azından bir kere. Bir de ne kadar az da olsa kayarken hep düşme ihtimaliniz var. Bundan çekiniyorsanız kenarlardan tutunup yavaşça kayabilirsiniz ya da hiç kaymazsınız. Kaymazsanız düşmezsiniz de. Risk yoksa acı da yok, ama bu sefer de eğlenemezsiniz. Yani risk yoksa eğlence de yok. Bu ikisini birleştirirsek; "Acı yoksa eğlence de yok." Mutlu olmak istiyorsanız biraz acı çekmeniz lazım. Ben demiyorum kaydıraklar diyor bunları. Dışarıdan bakınca pek de bir şeye benzemiyorlardı aslında ama tam öyle değilmiş.

10 adımda felsefe

17.) Adımları hızlandırmak Küçükken bir hikaye okumuştum. Adamın biri at arabasını elma ile doldurmuş, yolda gidiyormuş. Bir süre ilerledikt...