30 Ağustos 2018 Perşembe

Nasıl bilim adamı olunur? 3. bölüm

Evet nasıl bilim adamı olunur serisinin yeni bir yazısı ile karşınızdayım. Bilim adamı olmak için gerekli olan önemli vasıflardan birisi de şanstır. Şansız bilim adamı olmaz. Şansız büyük bilim adamı olmaz dersek daha doğru olur. Peki şans nedir ve şansımızı nasıl artırabiliriz? Şansın ne olduğunu zaten bir önceki yazıda açıklamıştım tekrar yazmaya gerek yok bence. (Üşendim kopyalamaya.) Bazı laboratuvarlar çalışanlarını düzenli aralıklarla yurt dışına kumar oynamaya yollarlar. 1000 dolar verip 3000 dolar ile dönmelerini isterler. Çünkü dediğim gibi bilimde şansızların yeri yoktur. Çalışanlarını yurt dışına yollayamayanlar da kendi aralarında horoz dövüşü, batak falan oynarlar. Bunlar hep bilimin çirkin yüzü. Kahvelerde beyaz önlükle kağıt oynayan insanların hikayesini biliyorsunuz artık. Bazı insanlar bunu kendi çıkarları için kullanıyor. Mesela horoz dövüştürenler polis baskın yaptığı zaman bilim adamı taklidi yapabiliyor, bunları birbirinden ayırmanın 2 ile 4 arasında farklı yöntemi var bu yöntemlerin 1 ile 3 kadarı biliniyor geriye kalan 1-2 tanesi ise hala bilinmiyor. Tabii bunların pek bir önemi yok zira eğer horoz dövüşü baskını olduğu zaman orada polis olarak bulunmuyorsanız bu yöntemleri düşünmek için bol bol boş vaktiniz olacaktır. Hem de insanlar kapalı alanlarda daha kolay arkadaşlık kurar derler. O yüzden asansörde sıkışan insanların gelecekte iyi arkadaş olma ihtimalleri yüksektir. Asansör düşerse bu oran artıyor diyorlar ama bu riske değer mi bilmiyorum. Ben yerinizde olsam düşen bir asansöre binmezdim. Sizin de aynısını yapmanızı tavsiye ederim. Eğer burada değindiğim kilit noktalarına dikkat ederseniz iyi bir bilim adamı olmamanız için bir neden yok. (Bu arda bilim adamı değil bilim insanı diyorsanız TDK'nin sitesine girip adam yazınca birinci anlam olarak insan çıkıyor söyleyim.)

28 Ağustos 2018 Salı

Beyaz eşyalara bakalım: Çamaşır makinesi

Yav cidden çamaşır makinesi hakkında bir yazı mı okumak istiyorsunuz? Daha iyi bir işiniz gerçekten yok mu? Evet mi? Haa tamam o zaman kusura bakmayın. Çamaşır makinesini anlamak ancak birkaç adımda mümkündür. Bu birkaç adımı anlamak ise tek bir büyük adımda mümkün olabilir fakat bu tek büyük adım için öncelikle geri gidip hızlanıp birden zıplamak gerekir. Tüm bunları yapmadan önce kendinize sormanız gereken en büyük soru ise "Aç mıyım?" olmalıdır. Çünkü açken verimli zıplayamazsınız ne fiziksel olarak ne de zihinsel olarak. Bu adımları doğru uygularsak çamaşır makinesini gerçekten anlamış oluruz. Çamaşır makinesinin kapağı neden camdır? Makinenin çalışıp çalışmadığını anlamak için değil, tabii o işe de yarıyor ama esas amacı farklı. Çamaşır makinesini çalışırken hiç izlediniz mi? Eğer içini ayı gibi doldurmadıysanız makine dönerken kıyafetlerin çevrede kaldığını ve makinenin ortasının boş olduğunu fark etmişsinizdir. Durunca kıyafetler o boşluk geri dolar. Çamaşır makinesi içindeki boşluğu doldurmak için durmak zorundadır. (Bence çamaşır makineleri diğer beyaz eşyalara göre hareketi ve çalışmayı daha çok seviyorlar çünkü sevmeseler yürüyüp gitmezlerdi. Bulunduğu odayı terk eden başka bir beyaz eşya bilmiyorum ben.) Makine çalıştığı sürece içindeki boşluk hep kalacaktır. Hayatınızda bazen boşluklar olabilir ama bu boşluklar normalde olduğunun aksine bir yüktür. Hatta en ağır yük boşluktur çünkü atamazsınız, bırakamazsınız ya da dolduramazsınız. Doldurmaya çalıştıkça ağırlaşır, ağırlaştıkça büyür. Böyle zamanlarda belki de yapmanız gereken durmaktır. Bazı boşluklar sadece durunca dolar. Bence buradaki esas mesele içinizdeki boşluğu doldurmak için durmaya değer mi sorusunu cevaplamak. (Cevaplamadan önce bir şeyler yemeyi unutmuyoruz tabii ki. Sizin de bildiğiniz üzere aç adama güven olmaz. Ne cevaplarına ne sorularına.) Belki de o boşluk iyi bir şeydir, yük sandığımız şeyler bizi harekete geçiren kıvılcımlardır. Belki de hayat güllük gülistanlık olmamalıdır.

27 Ağustos 2018 Pazartesi

Beyaz eşyaları tanıyalım: Ütü

Evet bugün yepyeni bir yazı dizisi ile karşınızdayım. Beyaz eşyaların karanlık yönlerini inceleyeceğiz. Neden kıyafetlerimizi ütülüyoruz? Ütü nasıl kırışıklıkları düzeltiyor? Ütülerin bizden sakladıkları bir şeyler var mı? Önce kolay olandan başlayalım. Ütüler bizden hiçbir şey saklamıyor endişe edilecek bir durum yok. Peki neden ütü yapıyoruz? Kıyafetimizdeki kırışıklıkları düzeltmek için ütü yapıyoruz. Kıyafeti oluşturan lifler yıkanıp suyla temas edince bükülür, kıvrılır ve değişik şekillere bürünür. Daha sonra kuruyunca da bu şekilde kalır. Ütü de buhar ve sıcaklık ile bu değişik şekillere bürünmüş lifleri tekrar eski düz haline getirir. Şimdi ütüye birkaç farklı açıdan bakalım mı? Bakalım. Ütülemek kıyafet liflerini tekdüze hale getirmektir. Ütüyle üstünden geçtikten sonra düzelmeyen kırışıklık azdır. Eğer ütüye rağmen kıyafet düzelmiyorsa bu üretim hatası kabul edilir. Toplum bazen sizin kendiniz olmanıza izin vermez. Sizi bir kalıba sokmaya çalışır. Buna karşı koymak kolay değildir tabii, şimdi ben bu iplikleri suçlamıyorum. Sonuçta benim de üstüme kızgın demir bastırsalar fikirlerim muazzam bir hızda değişir. Farklı olmak kolaydır, herkes farklıdır, her şey farklıdır. Kar kristalleri bile birbirinden farklıdır ama biraz zaman geçince hepsi aynı suya dönüşüyor. Evet farklı olmak kolaydır zor olan bu farkı devam ettirmektir fakat önce şu soruyu cevaplamanız gerekiyor "Aç mıyım?" çünkü insan açken aldığı kararlar saçma ve normal kişiliği ile alakasız olabiliyor. Eğer aç değilseniz sormanız gereken soru "Farklı olmak iyi mi?" aç olmaktan iyidir bence ama konumuz farklı olmakla aç olmanın kıyaslanması değil. Evet yukarıda da belirtildiği üzere farkı devam ettirmek zordur, enerjinizi ve zamanınızı harcar. Eğer tüm enerjinizi farkınızı korumaya harcarsanız farklı olursunuz ve farklı ölürsünüz, geride hiçbir şey bırakmadan. Zamanımız kısıtlı, vaktimizi ve enerjimizi planlı kullanmalıyız. Bazen ilerleyebilmek için sıradanlığı göze almak gerekiyor. Ütülendikçe düzleşmekte bir sorun yok. Ütüye rağmen kırışık kalmaya çalışmayın, onun yerine sıcaklığı kucaklayın, eriyin, yanın ve ütüye yapışın.

26 Ağustos 2018 Pazar

Kararlar

Öncelikle iyi günler, bugün yeni bir karar aldım. Artık her gün yeni bir yazı yazacağım. Aslında bunun iyi mi yoksa kötü mü olacağı hakkında bir fikrim yok. Kendimi sürekli yazı yazmaya zorlamak bu blog'un halihazırda çok az olan kalitesini iyice azaltabilir ama daha önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi eğer kaliteli içerik arıyorsanız yanlış yerdesiniz. Burada sadece sıradan eşyalara farklı açılardan bakmaya çalışıyoruz ve genellikle de bakamıyoruz. Dolayısıyla sorun yok. Neyse bu sıkıcı kısımları geçip daha sıkıcı kısımlara gelelim. Karar nedir? Neden karar almalıyız ve karar alırken nelere dikkat etmemiz gerekiyor? Tamam ilk hangisinden başlayalım? Sonuncudan başlayalım. TDK'ye göre Bir iş veya sorun hakkında düşünülerek verilen kesin yargıya karar denir. Gördüğünüz üzere sonuncudan başlayacağımı söyledim ama birinciden başladım. Muhtemelen "Yalan" adı verilen bu olgu ile ilk karşılaşmanız değil dolayısıyla bu konunun üstünde çok durmaya gerek yok. Neden karar almalıyız? Çünkü karar almazsak eyleme geçemeyiz o yüzden. Peki karar alırken nelere dikkat etmemiz gerekiyor? Öncelikle havanın sıcaklığı çok önemli. Nem de önemli tabii ama benim bahsetmek istediğim şey başka. Karar alırken farkında olmanız gereken en önemli husus bu kararı kendiniz için almıyorsunuz. Gelecekteki siz için alıyorsunuz. Bunu daha önce yazdığım için bundan da bahsetmeyeceğim. Şans çok önemlidir ama şanstan da gelecek yazıda bahsedeceğim için onu da geçelim. Sonuç olarak elimizde bir şey kalmıyor. (Sanıyorum yazıya başlamadan önce plan yapsaydım böyle olmazdı.) Belki de böyle olması gerekiyordur diyerek kaderci (ya da deterministik de diyebiliriz ve daha artistik olur.) bir tutum sergileyebilirim fakat kolaya kaçmış olacağım için pek hoş olmaz ama bazen zor olan kolaya kaçmaktır.

17 Ağustos 2018 Cuma

Ağrı

Bir yerimiz ağrıdığında ağrı kesici alıyoruz. İngilizcesi de painkiller yani ağrı katili. Ağrı kesilebilen öldürülebilen bir şey midir yoksa tıbba bile insanlığa özgü vahşetimizi mi bulaştırmışız? Neyse önce ağrı kesicilerin neremizin ağrıdığını nasıl bildiğinden başlayalım. Bazen insanın kendisi bile neresinin ağrıdığını bilmiyorken ağrı kesici nasıl biliyor?  Cevap: Bilmiyor. Ağrı kesicilerin kullandığı yöntem deneme yanılma yöntemidir. Sırayla vücudu dolanır. Önce ayaklardaki ağrıyı keser sonra kollar ve sırt ondan sonra başa geçer en sonda da karın ağrısını geçirir. Deneme yanılma yöntemi her zaman işe yarar, ne yaptığınız hakkında en ufak bir fikriniz olmadığında bile. Hatta o zamanlarda daha çok işe yarar. Neyi deneyip neyi denememeniz gerektiğini bilmediğiniz için bu denemeler sırasında aradığınızı bile bilmediğiniz şeyleri bulmanız mümkün. İnsan neyi aradığını bilmese de bulunca anlıyor. Sadece aradığını bilsin yeter. (Bu seferki kısa olsun sıkıldım. Hem sonunu bir anlamı varmış gibi gözüken ama anlamsız olan bir cümleyle bitirdiğim için bana yeterli bu kadarı.)

16 Ağustos 2018 Perşembe

.

Az kelime ile çok şey anlatan insanlara hep imrenmişimdir. Ben hiç öyle bir adam olamadım. Genelde ne demek istediğimi anlatabilmem için kendimi uzun uzun açıklamam gerekiyor. Hangisi daha iyi ki? Birinci gruptakiler daha artistik duruyor ama ben ikinci grupta olduğum için orayı savunacağım. Az kelime ile çok şey anlatmanın sorunu çok şey anlatmakta, böyle söylenen sözler o kadar yoruma açık oluyor ki tam olarak neyi kastettiğini anlamak mümkün olmuyor.  "Az her zaman çoktur" diye bir laf var ve ben bu lafı oldukça doğru buluyorum. Masa derseniz insanın aklına cinayet masasından katlanır salon masasına kadar bir sürü şey canlanır, mutfak masası derseniz hedefiniz daralır, bizim evdeki mutfak masası derseniz hedefiniz iyice daralır. Eğer karşınızdakinin hayal gücünü kullanmasını istiyorsanız ona sınırları tam belli olmayan kavramlar vermelisiniz ki bunu az söz kullanarak yapabilirsiniz yok amacınız kendi fikrinizi doğru bir şekilde anlatmaksa maalesef uzun uzun yazmanız lazım. Evet az her zaman çoktur. Peki çok her zaman iyi midir?

13 Ağustos 2018 Pazartesi

İntegral

İntegrale dair hatırladıklarım maalesef ki lise 4'e ait. O zaman neden öyle çok da hatırlamadığım bir konuda yazı yazıyorum? Yav o değilde yazılarıma hep soruyla başladığımı fark ettim. Peki bu bir sorun oluşturuyor mu? İçimde integral bilseydim bu soruya cevap verebilecekmiş gibi bir his var. Evet yanlış bir his çünkü hislerimizin ve vücut tepkilerimizin çoğu vahşi doğada hayatta kalmaya yönelik (Mesela korkunca rengimizin atmasının nedeni darbe aldığımızda kan kaybı az olsun diye yüzeyel damarların kasılması) ama konudan konuya atlamalı bir yazım olmuştu dolayısıyla aynı şeyi kısa aralıklarla iki kere yapmam doğru olmaz pek. Mesela bir kası kısa aralıklarla uyarırsanız o kas bir süre sonra kasılı şekilde kalır. Bu duruma tetani(kramp) denir. O yüzden öyle yapmamak lazım. Mesela ders çalışırken sürekli aynı dersi çalışırsanız beyninize kramp girebilir. Bunun için düzenli aralıklarla ara vermeniz gerekir. Çok ara verirseniz yine kötü çünkü araştırmalar ders çalışırken 3 sene ara vermenin ders çalışmayı olumsuz etkilediğini söylüyor ve 3 sene çok uzun. Çalışmalarınıza 3-4 senelik aralar vermeyin. Yani mümkünse.

Işık ve Karanlık

Işık ve karanlık üzerine söylenmiş çokça söz var. Karanlık ışığın yokluğudur, geceni en karanlık anı şafak sökmeden az öncedir, ışık aslında karanlıktır, karanlık sadece bir kelimeden ibarettir, bazen karanlık kararlılıktır, hiçbir ışık karanlığa yetişmek istemez, mavi ışık vardır ama mavi karanlık yoktur. Neyse bunların çoğunu ben uydurdum o yüzden bir şeye benzemiyorlar. İşe yarar bir şeyler okumak için google'a yazabilirsiniz "karanlık özlü söz" diye bir sürü sonuç geliyor ama işe yarar şeyler okumak isteseydiniz bu blog'ta takılmazdınız diye düşünüyorum. Öyleyse devam edelim. Işığın iyi olarak betimlenmesini tek nedeni işimize yaramasıdır. Tarafsız olarak düşünürsek aslında ışık gayet kötüdür. Öncelikle ışık işgal eder, karanlıksa yerinde durur. Karanlık ilerlemeye çalışmaz, sınırlarını genişletmeye çalışmaz, ışık ise var olduğu her an karanlığı deler, yok etmeye çalışır. Sonralıkla ışık mahveder. ışık var olabilmek için başka bir kaynağa ihtiyaç duyar ve sürekli onu tüketir. Kendini var etmek için odunu küle çevirir. Karanlıkta ise odun odun olarak kalır. (Tabii kül olmanın da birtakım avantajları olduğunu görmezden gelemeyiz ama başka bir yazıda görmezden gelmeyelim o konuyu. Evet odunun odun olarak kalmasının da ne derece iyi olduğu tartışılabilir ama bu şekilde bir yere varamayız. Peki bir yere varmamız gerekiyor mu? Bence gerekiyor. Belli bir yere olmasa da bir yerlere ulaşmalı insan yaptıklarıyla, yerinde saymamalı ama daha önce de dediğim gibi bunu başka bir yazıya bırakalım.) Kısacası ışığı sevmeyin. Kullanın ama sevmeyin, ışığın özünü anlayın. Yok yav durun bi dakka daha anlamayın olayı bir adım daha götürelim. Tamam ışık yok eder işgal eder ama aynı zamanda hayatın kaynağıdır ışık. Canlılığın temelini oluşturur. Belki de yok etmesinin nedeni budur. Bazı şeyleri feda ederek daha canlılığın devamını sağlamaktır amacı. Belki de kendisi de bir kurbandır. Bizim için kötü olmayı göze almıştır. Hakarete uğramayı, kötülenmeyi seçmiştir çünkü birinin bunu yapması gerekiyor. Bizim var olabilmemiz için gerekli enerji diğer maddelerin içinde ve ışık onları yok ederek bize bunu sağlıyor. İnsanlar fedakarlık hikayelerini severler ben de severim ama sadece sevmemiz onları gerçek yapmaz. Işığın doğal ve işlenmemiş hali nedir? Ateş ve bence ateşin böyle yüce amaçları yoktur, ama yok ben içinde fedakarlık ve ihanet olan fantastik hikayeleri seviyorum diyorsanız o zaman şöyle bir şeyimiz var: Canlılığı oluşturan ışığın verdiği enerji değil ışık yüzünden yitip giden nesnelerin intikam arzusudur. Işığın yok ettiği her şey adalet ve intikam arzusu ile canlılığı oluşturdu. Hikaye istiyorsanız hikayeden bol bir şey yok dünyada ama gerçeği istiyorsanız bence bu blog’tan çıkın. %15 gerçek bana yeter diyorsanız kalın ama. 

Yazı yazma rehberi: bölüm 5

Öncelikle iyi günler, nasılsınız iyi misiniz? Umuyorum ki her şey yolundadır. Aslında her şeyin yolunda olması bazı durumlarda iyi olmuyor. ...