17 Şubat 2018 Cumartesi

Korkuluk

Korkuluklar geçmişte tarlalardaki bazı kırmızı böcekleri ve tek çenekli bitkileri korkutmak amacıyla sıklıkla kullanılmışlardır. Biz bu yazıda korkuluklara başka bir açıdan bakmaya çalışacağız. Korkuluklardan bahsetmeden önce korkudan bahsetmemiz lazım. TDK'ye göre korku: "Gerçek bir tehlikenin ya da bir tehlike olasılığının, düşüncesinin uyandırdığı kaygı duygusu" olarak tanımlanıyor. Korkuyu kaygı duygusu olarak tanımlamak biraz yetersiz. Korku beyinde bitmez. Korku bizi farklı şeyler yapmaya zorlayan bir duygudur. İnsan korkunca ya kaçar ya saldırır ya da donakalır. Şimdi buraya içinde sempatik sinir sistemi aktivasyonu, amigdala ve böbrek üstü bezi geçen süslü cümleler yazılabilir ama eğer bu bloga biraz göz attıysanız esas amacın bu olmadığını fark edebilirsiniz. (Ayrıca onları yazmak sıkıcı google'a yazınca çıkıyor bir sürü sonuç, oradan bakarsınız.) Korkudan yeterince bahsettik. Şimdi aklınıza "Eski insanlar neden tek çenekli bitkileri korkutmaya çalışmışlar?" sorusu gelebilir. (Uydurma lan ne tek çenekli bitkisi diyebilirsiniz ama eski insanlar o kadar da zeki değildi. İshal olunca vücut fazla sıvıyı atmaya çalışıyor deyip hastadan kan alan insanlardan bahsediyoruz sonuçta.) Gelmeli de zaten fakat fark etmişsinizdir ki bu blog merakınızı doyuracak bilgilerden oluşmuyor. Keşke bu cümleyi paranteze alsaydım bu da bence tam parantezlik cümle. Korkuluklar günümüzde insanlar bir yerlerden düşmesinler diye sağa sola yapılan demir parmaklıklar haline gelmişler. o değilde bu yazıda bu blogun işlevine iki kere değinmişim ve bu yazının olmayan akıcılığını iyice dibe çekmiş.ayrıca bir  önceki   cümlede  de   imla hatası yapmışım . iyice batıyorum artıl kelmeleri bile doğrudüzgün yazamaz halee glmişim. Neyse korku da böyle bir şeye benziyor, vakit geçtikçe bizi korkutan nesnenin yerini korkunun kendisi alıyor ve sürekli artarak devam ediyor. Peki nereye kadar? Korku bizi nereye kadar batırabilir? En dibe vurduktan sonra ne olacak?



"Şunu unutmayın ki: Hayatta dibe vurduğunuzda en tepeden başka gidecek yeriniz kalmaz."



diyorlar. Doğrudur muhtemelen ama gözden kaçan bir nokta var o da dibe vurmak öyle gözüktüğü kadar basit değil. Hayatı iyi gitmeyen insanlar için kötü bir haber maalesef. Asla dibe ulaşamayacaksınız çünkü her zaman daha kötüsü vardır. Eğer müdahale etmezseniz hayatınız sürekli daha da kötüye gidecek ama asla en dibe ulaşamayacaksınız. Bence esas unutulmaması gereken söz şu olmalıydı: "Her zaman daha kötüsü vardır." Böyle olsaydı kurtulmak için dibe vurmayı beklemezdik. Dibe vurmanın tek yolu vardır o da mükemmele ulaşmaktır. Daha önceki yazılardan birinde biraz bahsetmiştim bu konudan.

(Bu arada esas amacım yazının ana fikrini üsteki kalın cümle sanmanızı sağlayıp daha sonra öyle olmadığını göstermek, evet bazı insanlar böyle ufak tefek hileler yapıp mutlu oluyorlar. Mutluyum.)

6 Şubat 2018 Salı

Volkan




Yanardağlar neden patlar? Eğer internete bakarsanız tektonik,sismik, magma gibi birtakım süslü bilimsel kelimeler içeren açıklamalar bulursunuz. Bunların gerçeği ne derece yansıttığı tartışılır. Onun tartışmasını volkanoloji yapıyor ama, biz burada yanardağları başka bir yönden inceleyeceğiz. Yanardağ patlaması denince genelde öfke, sinir gibi duygular akla gelir ama bu yanardağların doğasına pek uymuyor bu patlamaların esas nedeni can sıkıntısıdır. Volkanlar can sıkıntısından patlar. Can sıkıntısı bir insanın hissedebileceği en tehlikeli duygudur. Bazı insanlar uyumayı sever, kimi gezmeyi sever, hatta yeterince ararsanız acı çekmeyi bile seven bir iki manyak bulabilirsiniz şu dünyada. Fakat hiç kimse sıkılmayı sevmez. Can sıkıntısı acı çekmekten daha kötüdür. Daha önceki yazılarımda bahsetmiştim insanlar alışır diye. Alışmak sıkılmaya yol açar ve insanlar da birçok eylemi bu histen kurtulabilmek için yaparlar. Canı sıkıldığı için bir şeyler üretir insan. Can sıkıntısını bir kara deliğe benzetebiliriz. Kaçmamız için sürekli çabalamamız gereken bizi sürekli içine çekmeye çalışan bir kara deliğe ama bu sıralar uzay falan filan oldukça gündemde dolayısıyla bu benzetme bize pek bir şey katmaz onun yerine karınca aslanına benzetelim can sıkıntısını.



Böyle tüylü garip bir böcek ama bu kısmı benzemiyor esas bunların avlanma yöntemleri güzel


Bu şekilde bir çukur kazıp içine oturuyorlar. Daha sonra kenardan geçerken kayıp düşen karıncaları yiyorlar. Eğer karınca tam dengesini kaybetmezse de bu sefer karıncanın üstüne kum fırlatıyor. Peki karıncanın geldiğini nasıl anlıyor? karınca kenardan yürürken kumları düşürüyor oradan anlıyor. Can sıkıntısı da böyledir, bir kere bu çukura düşerseniz sonunuz bellidir. Peki bundan nasıl kurtulabiliriz? Direkt olarak saldırmak işe yaramaz çünkü yenemeyiz can sıkıntısını tek başımıza ama herkesin kendi savaşını verdiği şu dünyada eğer çoklu kişilik bozukluğunuz yoksa yanınıza adam da çağıramazsınız. Kaçmak da işe yaramaz zira can sıkıntısından kaçmak amacıyla yapılan her eylem sizi ona bir adım daha yaklaştırır. (Bu arada sanılanın aksine apandis sıkıntıdan patlamaz.) Yapmanız gereken ilk şey sakin olmak çünkü korku ve endişenin tek getirisi düşünme kapasitenizi sınırlamak olacaktır. Yok... bi dakka, bi durun aklıma bir şey geldi. Şimdi can sıkıntısı bedensel değil beyinsel bir kavram olduğu için kognitif fonksiyonlarımızı kısıtlayan her şey can sıkıntısını da kısıtlayacaktır. Dolayısıyla korkup bağırarak oluşturacağınız suni bir dehşet duygusu can sıkıntısını maskeleyebilir, çünkü yaşamanın derdine düştüğünüzde canınız sıkılmaz. Canınız sıkılıyorsa bağırın. Tabii bu yazıdan volkanların beyinsel fonksiyonları olduğu anlamı da çıkar ama yukarıda da belirttiğim gibi onunla volkanoloji uğraşıyor.

Noktalama işaretleri: Tırnak işareti

Tırnak işaretini yapmak çok kolay iki tane kısa çizgi çizince ya da klavyede 1'in yanındaki tuşa basınca çıkıyor hemen. Yalnız kalemle yaptığımızda tırnak işaretini açarken ve kapatırken kavisleri parantez gibi yapıyoruz klavyede ise bu özellik yok. Teknolojinin hayatımızdan çalmasına nerede dur diyeceğiz? Bence esas sorun neler kaybettiğimizi bilemeyecek olmamız. Peynir, turşu, reçel, pastırma ve daha birçok yiyeceğin var olma sebebi buzdolabının 19. yüzyılda icat edilmiş olması.(Evet aklıma başka yiyecek gelmediği için "daha birçok" yazdım. Biraz düşünsem daha da bulurum bence ama ana fikri kavramak için bu kadarı da yeterli bence.) Tabii ki insanların dağdan buz getirerek yiyecelerini soğutma denemeleri olmuştur ama nereye kadar taşıyacaksın ki? Sıkılır bırakır insan bir süre sonra. Neyse demek istediğim şey insanlar yiyecekleri çabuk bozulmasın diye onları birtakım işlemlerden geçirip bozulmalarını ertelemişlerdir. Biraz daha incelersek bu işlemlerin amacının yiyeceği bakteri ve mantarın yiyemeyeceği ama insanın yiyebileceği bir kıvama getirmek olduğunu fark edebiliriz. İnsanın yiyeceğini paylaşmamak için harcadığı çaba muazzam. Zaten bakterilerle savaş halindeyiz, aslında tam savaş denir mi bilmiyorum çünkü biz onları öldürmeye çalışırken onların yaptığı tek şey bölünmek. Mesela, şu anda bilinen tüm antibiyotiklere dirençli bakteriler var. Peki bunlarla karşılaştığımızda ne yapıyoruz? Esasında yapılan hastanın akyuvarları onları öldürene kadar hastayı hayatta tutmak. Genelde pek işe yaramıyor maalesef. Bakterileri öldürmek için kullandığımız dezenfektanların içinde çoğalabilen bakteriler bile var. Antibiyotik konusunda pek başarılı değiliz ama konu yemek olduğunda işler değişiyor. Tamam bakteriler hemen her ortamda yaşayabiliyor, hızlı ürüyorlar ama gelin görün ki bal yiyemiyorlar. Piramitlerin ilk keşfedildiğinde firavun mezarlarının yanında bulunan ballar yenilebilir özellikteydi sonuçta. Peki bunların hepsini tırnak işaretine nasıl bağlayacağım? Bağlayamayacam ama buzdolabı birkaç yüzyıl daha geç icat edilseydi bir ihtimal yapabilirdim. Daha sahip olmadan bizden çalınanlara karşı yapabileceğimiz bir şey yok (mu acaba? Bir dahaki yazıda bakalım.). Buzdolaplarının etrafında dikkatli olun arkadaşlar.

10 adımda felsefe

17.) Adımları hızlandırmak Küçükken bir hikaye okumuştum. Adamın biri at arabasını elma ile doldurmuş, yolda gidiyormuş. Bir süre ilerledikt...