28 Nisan 2015 Salı

Diş

Bugün İpana'nın isminin nerden geldiğini öğrendim. Ben de bu hikayeyi sizinle paylaşmak istiyorum.
Hikayemiz dünyadan kötülüğü temizlemek ve herkesin battaniye kullandığından emin olmak için sefere çıkan ve henüz geri dönmeyen Padişah ve İhsan General ile başlıyor. Bunlar gene havadan sudan ülke yönetiminden belki biraz da tarihin karanlığında kaybolmaya yüz tutmuş anılardan konuşurken İhsan'ın önüne bir kuş düşüyor. Daha sonra kuş dile gelip diyor ki " Durun yiğitler. Arkanız orman önünüz ise yine orman dolayısıyla siz ormandasınız." Sonradan anlıyorlar ki o düşen gerçekte kuş değilmiş köyün delisiymiş. Bu kısımları sonra anlatsam daha iyi olacak. Biz esas hikayeye gelelim. İşte düşmanlarla savaşıp yorgun düşen ordu bir köye dinlenmek için girer. Köylü bunları çok güzel karşılar. Tüm askerler abanır mantıya, tandıra. Tabii o devirde diş temizliği çok önemli. Yemekten sonra dişlerini temizlemek isteyen askerler etrafta dolanmaya başlar. Sonra çalılıkların arasından bir nine fırlar ve askerlere diş ipi dağıtmaya başlar. Diş ipi alamayan askerler "ip ver ana, ana ip ver, ana ip, ip ana, ipana" demeye başlarlar. İşte İpana'nın temellerini bu nine atmıştır. Bir sonraki hikayemiz  japon kılıcı "katana" hakkında olacak.

Noktalama işaretleri: Virgül

Bugün virgülden bahsedelim bence. Ben bahsedeyim siz de dinleyin demek daha doğru olurdu aslında. Ben bahsedeyim siz de okuyun mu deseydim ki? Neyse önemsiz ayrıntıları geçelim. Virgül yapısı itibarıyla basit bir işaret. Böyle aşağı doğru hafif sola yatık kısa bir çizgi çekiyoruz ve virgül oluyor. Peki virgül nedir? Virgül demek benzerlik demektir. Bir kelime ya da kelime grubundan sonra virgül gelmesi yazının devamında o kelime ya da kelime grubuna benzer kelime ya da kelime gruplarının geleceğini belirtir. (Keşke 2 tane daha kelime ya da kelime grubu sözcüğünü kullanabilseydim bir önceki cümlede.) Yani virgül demek yalnız değilsin demektir. Sana benzeyen birileri var demektir. Zaten "," böyle çentik gibi bir şey. Bir de cümleler virgülle bitmez, bitemez. Virgül için kötü bir şey bu. Asla dinlenemez virgüller eğer cümlenin sonunda virgül varsa o cümle devam etmek zorundadır ta ki virgüller bitene kadar. Virgüller ne zaman biter? Benzerler bittiğinde ya da aramayı bıraktığımızda. Burada şu sonucu da çıkartabiliriz: Benzerlerimizi aramak bizim mutlak sona ulaşmamızı geciktiren yegane iştir. Tabii şimdi virgülün açısından da düşünmek gerekiyor. Bir virgül cümle bitirmenin nasıl bir duygu olduğunu bilmiyor. Bence bu yazıda virgüllere torpil geçelim ve bir cümleyi virgül ile bitirelim. Hatta son cümleyi virgülle bitirelim,

27 Nisan 2015 Pazartesi

İnsan neyle yaşar?

Bu yazımda insanı insan yapan nedir sorusunun cevabını vereceğim. Daha doğrusu bir cevap verecem ama bu sorunun cevabı olur mu bilmiyorum. Peki başlık niye böyle? Tolstoy'un kitabının ismiydi sanırım, belki biri Google'da falan arar da yanlışlıkla buraya girer diye yazdım. Neyse boş verin. İnsanın diğer hayvanlardan ayrılma sürecindeki temel nokta tırnak makasıdır. İnsanlar tırnaklarını kesebileceklerini fark ettiklerinde birçok şey değişmiştir. Aşağıda taş devrinde kullanılan bir tırnak makası var. Hadi bunu dikkatlice inceleyelim. Evet taş devrinde insanlar demir kullanmayı biliyordu ve hayır o bir semaver değil. Eski insanlar zekiydi falan ama çok da süper zekalı değillerdi. Tabii sonradan bu tırnak makasının çay kaynatma özelliğinin tırnak kesme özelliğinden katbekat üstün olduğunu fark ettiklerinde çoktan İlk Çağ başlamıştı bile ama bu başka bir hikayenin konusu. Tırnaklar bizi nasıl geliştirdi? İnsanın tırnaklarını kesmeyi öğrenmesi basit değildir. Tırnak kesmek demek doğaya karşı çıkabilmek demektir. Uzayan tırnağın aşınarak kısalması gerekirken onu direk kesmemiz bir başkaldırıdır. Bir şeyleri değiştirebileceğimizi ilk o zaman fark etmişiz. Doğa'ya karşı ilk isyanımız budur. Bunu daha sona birçok alet, edevat, teori, buluş, falan ve filan takip etmiştir ve biz bunların bütününe bilim diyoruz. Bilim: Doğaya karşı başlattığımız savaş ve bunun hepsi bir tırnak makasıyla başladı. Tamam belki aşağıdaki gibi bir tırnak makası değil ama sizin ana fikri kaptığınızı düşünüyorum.

21 Nisan 2015 Salı

Göz kapakları

Göz kapaklarınız hakkında hiç düşündünüz mü? Düşünmek lazım yav, düşünmek demişken aklıma geldi ben küçükken bir ataş ile yapılabilecek 10 farklı şey düşünmeye çalışırdım. Hep dörtte takılırdım gerisi gelmezdi.(Biraz bekleyin bi daha deneyesim geldi... 6 tane buldum demek ki beynim %50 daha gelişmiş eskiye göre. Yok yav böyle hesaplanmıyordu sanırım. Neyse.) Bir şeyi daha fark ettim ki küçükken yaptığım bazı işler geçmişin karanlığında unutulmalıymış. Ataşla yapılabilecek 10 farklı iş ne saçma bir uğraşıdır? Zaten küçükken herkes birtakım saçma işler yapmıştır bizim şansımız kameraların eskiden bu kadar yaygın olmamasıydı. Şimdiki çocuklar büyüyünce malca davrandıkları bir sürü video ile yüzleşmek zorunda kalacaklar. Ayrıca şimdi fark ettim çocuklar "Kameraya çekilir, rezil olurum" kaygısı ile yapmak istediklerinden vazgeçmiyorlar. Demek ki yeni neslin hala hayal gücüne sahip. Bu da iyi bir şeydir bence ama konumuz bu değil konumuz göz kapakları. Ne işe yarar göz kapakları? Evet haklısınız gözlerimizi korur. Peki nasıl korur? Hayır bu sefer yanıldınız toz gelince falan gözlerimizin üzerine kapanarak korumaz. Yani onu da yapar da esas işlevi daha farklıdır. Göz kapaklarımız bizi kapanarak değil açılarak korur. Onların asıl işlevi bizi kumlardan değil kabuslardan korumaktır. Gözlerimiz kapalıyken hayallerimizle baş başa kalırız ve buna hayal gücümüzün karanlık tarafı da dahildir. Kötü düşünceler, gelecek hakkındaki endişeler, bazen yaratıklar. Düşündükçe düşünürüz, güneşten yanmış deriyi soymak gibi, soydukça soyası geliyor insanın. Bazen sağlam deriyi bile soyuyor o hevesle. Durmamız gerektiğini bildiğimiz ama duramadığımız anlar vardır ya hani işte göz kapaklarımız bu anlar için. Kabuslarımızın içinde yitip gitmeden çekip kurtarırlar bizi. Görmek, hissetmek, duymak engeller kabuslarımızı. Kısaca demek istediğim gözümüzü açınca karşımıza çıkanlardan değil de kapayınca etrafımızı saranlardan korkmamız gerekiyor. Göz kapaklarınızın kıymetini bilin, sizi nasıl koruduklarını anlayın ama onların da bir sınırı var. Sakın göz kapaklarınıza fazla güvenip kabuslarınızın içine dalıp kaybolmayın çünkü bazen insan öyle bir yere geliyor ki gözünü açarak bile kurtulamıyor hayallerinden. O zaman gerçekleri hatırlatacak başka koruma mekanizmalarına ihtiyaç duyuyor. Çeşitli şeyler denenebilir bu durumda. Örneğin kendi düştüğünüz çukura çevrenizdeki insanları da sürüklemek bir seçenektir. Daha denemedim ama muhtemelen zevklidir.

19 Nisan 2015 Pazar

Noktalama işaretleri: Üç nokta

Yan yana gelmiş üç adet noktadan oluştuğu için bu ismi almıştır. Sanırım bunu söylememe gerek yoktu. Neyse konumuza dönelim. Bazılarımız noktanın anlaşılmadan üç noktanın anlaşılamayacağını düşünebilir. Ben buna katılmıyorum. Yapbozu bozmak yapmaktan daha kolaydır. Dolayısıyla önce üç noktayı öğrenip ondan sonra noktaya geçmek daha kolay olur bence. O zaman öyle yapalım. Üç nokta ne anlama gelir? Cümlenin sonuna gelirse bitmediğini belirtir falan filan. Kısaca bir belirsizlik ve devam halini betimler de diyebiliriz. Peki nokta ne yapar? Bitirir. Tek nokta bitiriyorsa üç adet nokta yan yana gelince iyice bitirir o zaman ama böyle olmuyor. Üç noktanın bize öğrettiği iki şey vardır. Birincisi: Bütün her zaman parçaların toplamından daha fazladır. Yan yana gelen noktalar tek başlarına yapamayacakları işleri yaparlar. Bunların bize öğrettiği ikinci şey ise burada bahsedilmeye değmeyecek düzeyde o yüzden geçelim onu. Bu arada siz hiç makalelerde üç nokta gördünüz mü? Göremezsiniz çünkü üç nokta ciddi değil geyik bir noktalama işaretidir. Bir de Einstein'ın bir sözü vardı sanıyorum ki "Delilik sürekli aynı şeyi yapıp farklı sonuç ummaktır." gibi bir şeydi. (Far Cry'daki kötü adam da diyodu aslında bu lafı.) Üç nokta bu sözü tamamıyla çürütmektedir. Cümlenin sonuna nokta koyarsan o cümle bitmiş demektir. Eğer nokta koymaya devam edersen 3. noktadan sonra işler değişir. Artık o cümle belirsizdir, sonu yoktur. Okuyan herkes kendi kafasına göre tamamlar o cümleyi. Yani aynı şeyleri defalarca yapmak ummadığınız sonuçlara ulaştırabilir sizi. Tabii bunun için deli yaftasını göze almanız gerekiyor. Yaptığınız tek şey nokta koymak ama bunu bir süre tekrarlarsanız sonuçlar bayağı farklı oluyor. Peki bu şu anlama da gelebilir mi? Nokta mutlak son demek değildir. Bitmiş gözüken şeyler aslında devam edebilir. Tek yapmanız gereken yeterince nokta koymak. Şu şekilde de düşünebiliriz belki, eğer birilerinin üzerine fazlaca giderseniz ya da bir şeyleri gereğinden fazla bastırmaya çalışırsanız bitirmek yerine yeniden başlatırsınız. Tüm uğraşı ve emeklerinize zıt bir sonuç elde edersiniz. Nerede duracağımızı nereye nokta koymamız gerektiğini bilmemiz gerekiyor. Birazcık fazlası her şeyi değiştirebilir. Şahsi önerim yanınızda her zaman bir iki tane fazladan nokta taşıyın belki bir gün bir işinize yarar. Belki de bitmiş gözüken bazı şeyler bitmemiştir sadece ardına konulmuş olan noktayı çoğaltacak bir deliyi bekliyordur...

18 Nisan 2015 Cumartesi

Özlü sözlerim

Özlü sözlerimi yazacağım. Aslında başlık da yeterince açıktı bunlara gerek yoktu.

Çöl rüzgarlarıyla deniz dalgaları oluşturamazsınız.
Eğer battaniyeyi altınıza sererseniz bir adet çarşaf elde edersiniz.
Zamanı boşa harcamak diye bir şey yoktur. Zaman zaten akıp gidiyor ve sen onu harcayabilecek bir konumda değilsin.
Geyikler kaçamayacakları kaplanlardan ve açamayacakları kapaklardan uzak dururlar.
Koşan bir savcı bazen sadece koşan bir savcıdır.
Uykuya olan düşkünlüğünüz bu dünyadan ne kadar sıkıldığınızla doğru orantılıdır.
Eğer ölüm sizin için hala bir felaketse hayatınız yaşamaya değer demektir.
Perdeler uyumaz ve susmazlar ama lafları bizim kulaklarımıza ulaşamadan söner.
Çeşitli atraksiyonlara gerek yok yeterince beklerseniz ölüm size de uğrayacaktır hatta beklemeseniz de.
Telefonlar sadece bakıp "Doğa daha iyisini yapabilir mi?" diye sorduğunuz sürece anlamlıdır


Sonuçta anlamlı özlü sözler vaat etmedim size. Kızmayın lütfen ben de insanım :(

Kırlent

Bu yazı kırlentlerle alakalı olmayacak. O zaman niye başlığı böyle koydum ki? Bunun çok da önemli olmaması lazım çünkü hayatta göründüğü gibi olmayan tek şey bu yazı değil eğer birazcık düşünürseniz en azından 8 örnek bulabileceğinize inanıyorum. (O değil de göründüğü gibi olmayan tek şey bu yazı olsaydı ne süper olurdu. İnsanlığı bir adım öteye taşımış olurdum. Güzel olurmuş aslında.) Peki şimdi hangi konudan bahsetmem gerekiyor? Genelde yazarken başlığın beni yönlendirmesine izin verirdim ama bu yazıya başlığa bağlı kalmamak üzere başladım ve böyle sürdürmeyi planlıyorum. İnsan birtakım nesneler, kavramlar, kişiler tarafından yönlendirilmediği zaman hareket etme arzusunu kaybediyor sanırım. Belki insanlık da burada başlıyordur. Seni itecek bir kuvvet kalmadığı zaman, tüm isteğini kaybettiğin zaman bile ilerlemeye çalışmaktır insan olmanın esprisi. (Espri aslında Fransızca esprit kelimesinden dilimize girmiş ve öz, ruh, esas gibi manalara geliyormuş. Facebook'ta mı okuduydum biri mi söylediydi unuttum ama.) Tabii ki aklınıza "Alt tarafı internette yazı yazıyon. Biraz abartmadın mı? İnsanlıkmışda yok ilerlemeymiş de" gibi cümleler gelebilir. Baştan söyleyim oradaki "da" ayrı olacak onu bi kere düzeltin. Daha sonra... ben niye size cevap vermeye çalışıyorum ki zaten? Okuyucular önemlidir tamam ama sınırlar da önemlidir. Kanser hücresi ve normal hücrenin farkı sınırlara olan saygılarındadır. Sınırlar önemli. Ayrıca sanıyorum ki sınırlar hakkında bir adet yazı vardı burada bir yerlerde ona bakabilirsiniz. Bu konuyu da açıklığa kavuşturduğumuza göre devam edebiliriz. Yazıların uzunluğunu ayarlama konusunda da bir miktar sıkıntı yaşıyorum. Mesela bu uzunluk iyi mi? Yoksa "Şöyle 1000 sayfa yazsan da okusak" mı diyorsunuz? (Eğer diyorsanız sevinirim bu arada.) Kısaca toparlamak gerekirse şey aslında toparlamasak daha iyi olacak gibi zira yazarken daldan dala atlamışım. Evet bazı şeyler dağınık kalmalı çünkü düzenlemek yok etmenin farklı bir yolundan başka bir şey değildir.

17 Nisan 2015 Cuma

Renkler

Yepyeni bir yazı dizisi ile karşınızdayım. Acaba yenisine başlamak yerine önce eskilerini mi tamamlasaydım diye düşünmüyor değilim ama kısa sürüyor bu düşünce sorun yok yani. Bu tür ufak ayrıntıları bir kenara bırakırsak: Renkler ve anlamlarını irdeleyeceğiz.(İrdeleyeceğim mi demeliydim ki? Sonuçta  yazıyı ben yazıyom ama okuyucuya da haksızlık etmemek lazım. Bu yazı benim son satırı yazmamla değil sizin son satırı okumanızla biter.) Hangisiyle başlayalım? Bence genel bir giriş yapalım bu renklerin nasıl ayrıldığını falan filan onlara bakalım. Renklerin isimlendirilmesindeki garipliği fark ettiniz mi? Yeşil demek diğer renkleri soğurup yeşili yansıtan demek. Dışladığı, istemediği rengin adını vermişiz aslında. Yeşil elma aslında kırmızıyı, maviyi kabul etmiştir benliğine ama yeşili istememiştir. Biz de yeşil demişiz ona. Biraz ters bir durum değil mi sizce de? Konuyu siyah ve beyaza getirelim mi? Getirelim hadi: Siyah tüm renkleri kabul eder ve ayrım yapmaz. Beyaz ise hiçbir rengi kabul etmeyip hepsini yansıtır. Bu açıdan bakınca beyaz kibirli siyah ise mütevazi gözüküyor. Peki biz günlük hayatta ne yapmışız? Beyazı temizlik, sağlık, saflık gibi kavramlarla siyahı ise ölüm, keder, üzüntü gibi kavramlarla özdeşleştirmişiz. Siyaha haksızlık ediyor muyuz? Belki de etmiyoruzdur. Aslında siyah ve ölüm birbirine gayet uyuyor sadece sandığınız nedenden ötürü değil. Tüm renkleri kucaklayan tek renk ölümle anılıyor. Her şeyin sonunda ölüm hepimizin ortak paydası olmayacak mı? Bu açıdan bakınca uyumlu gözüküyorlar.( Keşke bu yazıyı gayet vurucu bir son sözle noktalayabilseydim fakat insanlar her zaman istediklerini alamıyor hayattan. Belki de yanlış yerden istiyoruzdur.)

13 Nisan 2015 Pazartesi

Askı



Askılara gereken önemi veriyor muyuz? Bence çok da önemli değiller aslında. Şu an sahip oldukları önem fazlasıyla yeterli. O zaman burada "Bir askıdan ne öğrenebiliriz?" sorusunu cevaplayalım. Eğer elbise askılarını kendi doğal hayatlarında gözlemleme fırsatı bulursanız birçok farklı tipte askı bulunduğunu görebilirsiniz. (Askı gözlemciliği başlı başına ayrı bir konudur ve oldukça da zordur o yüzden başka bir zaman bu konudaki fikirlerimi paylaşırım.) Neyse biçimleri farklı da olsa her askının ortak bir özelliği vardır: Tüm askıların kafasında bir adet soru işareti bulunur. Eğer askının kafasını çıkartırsak askının tutunma fonksiyonunu da çıkarmış oluruz. Askılar kafalarında soru işareti taşıdıkları sürece işe yararlar ve tutunurlar, diğer türlü bir metal parçası olmaktan öteye geçemezler. Belki insanlar da böyledir. Belki kafasında soru işareti olmayan insanlar et yığını olmaktan öteye geçemiyordur. Belki hayata tutunmanın yolu soru sormaktır. Tabii ki bu söylediklerimin doğruluğu tartışılır sonuçta beyinsiz bir eşyadan bir şeyler öğrenmeye çalışmak ne derece yararlı bilmiyorum ama o beyinsiz eşya bile soru soruyor ve merak ediyor. Dünyaya askı, kapı kolu ya da battaniye olarak değil de insan olarak geldiysek en azından askıların yaptığını yapabilmeliyiz bence.

11 Nisan 2015 Cumartesi

Noktalama işaretleri: Parantez

Parantez işaretine bakarsak (...) sanki düz bir çizgiymiş ama içindekileri sınırlamaya çalışırken biraz şişmiş gibi duruyor.Yani demek istiyor ki eğer parantez açacaksanız parantezin içine yazdıklarınız parantezi doldurmalı. Öyle boş beleş yazılar parantez içine yazılmaz. Eğer yazınız parantez açmak için yeterince iyi değilse o zaman ters parantez açabilirsiniz. )...( bu şekilde ve böylece parantezin içinin boş olduğunu ve içe doğru çöktüğü anlamını vermiş olursunuz. Peki niye böyle yapmıyoruz? Çünkü parantezin kavisinin anlamı içindeki yüzünden şişmesi değildir. Parantez içindeki yazıyı koruyan bir kalkandır. O kavis kalkanın kavisi. Eğer bir yazıyı parantez içine alırsanız onu diğer yazıdan ayırmış ve korumuş olursunuz. Neyden korursunuz peki kelimeleri? Kelimelerin korunmaya ihtiyacı var mıdır? Doğru cevap "evet" olacak. Kelimelerin korktuğu tek şey ön yargıdır ve parantezler de kelimeleri ön yargılardan korur. "Adam yazı yazmış ama burayı parantezle ayırmış demek ki buranın yazının öncesiyle o kadar da alakası yok" diye düşündürür parantez. Böylece içindeki kelimeleri ön yargıdan bir nebze de olsa korur. Eğer parantez açmadan önce iki nokta koyarsanız bu sefer gülen bir yüz elde edersiniz ki :( yok böyle değil bi dakka :) hah gülen bir yüz elde edersiniz ki bunun konumuzla alakası yok. Acaba bu gülücük olayına girmese miydim ama zaten bu bloğun nasıl bir yer olduğu az çok belli sonuçta roket yakıtı üretmiyoruz burada. (Hem zaten pişman olmak o kadar da kötü bir şey değil. En azından hatayı nerede yaptığınızı biliyorsunuz ya nerede hata yaptığınız hakkında hiçbir fikriniz olmasaydı? Bence keşke diyememek keşke demekten daha kötü ve yıkıcıdır. Sizce?)

Noktalama işaretleri: Soru İşareti

İyi günler,
Öncelikle söylemeliyim ki noktalama işaretleri ÖSS'deki birkaç soruyu çözmekten daha fazla işe yarar. Aslında biraz incelersek her birinin değişik anlamları olduğunu görebiliriz. Hepsini kısa kısa inceleyelim hadi. Noktadan başlayalım: Aslında nokta cümlenin sonuna konur niye noktadan başlayalım ki? Başka bir şeyden başlayalım soru işaretinden başlayalım mı? Başlayalım. Biraz bakarsak şekli diğerlerine kıyasla biraz garip. Diğer işaretler nokta ve çizgilerden oluşurken bu "?" önce yukarı çıkar gibi başlıyor sonra dönüyor, yuvarlak yapacak gibi geliyor ama sonra aşağı iniyor bi de nokta koymuşlar altına. Ünlem işaretinin biraz bozulmuş hali gibi de duruyor. Aslında soru sormanın nasıl bir eylem olduğunu anlatıyor bize soru işareti. Soru sormak bozmaya, deforme etmeye yönelik bir eylem değil midir? Soru sormak yıkıcıdır, soruların üzerine kurulmuş bir düzen yoktur ama soruların yıktığı düzenler bir sürüdür. Fakat soruları düzgün sormazsanız yıkılan siz olursunuz. Tehlikeli bir iş soru sormak o yüzden hayvanlar soru sormuyor. En azından ben hiç soru soran köpek görmedim. (Evet hayvanlar alemi sadece köpeklerden oluşmuyor ama diğer hayvanlar için de fark edeceğini düşünmüyorum.) En bozuk noktalama işaretinin soru işareti olma nedeni budur. Anlamına uygun bir işaret bence. Bir de "&" böyle bir şey var ama bu konu hakkında konuşmak istemiyorum. Ne biçim işaret yav o? 

Acı

Şimdi ingilizce bir laf var: "No pain no gain" diye. Konuya direk girdiğim için kendimi biraz garip hissettim keşke şöyle biraz giriş bölümü yazsaydım. Bildiğiniz üzere bu yazıyı tamamen yazdıktan sonra yayınlıyorum yani eğer gerçekten de pişman olsaydım bunları yazmak yerine giriş bölümü yazardım. O zaman niye pişmanım diyerek yalan söyledim? Bunu bilerek mi yaptım yoksa bilinçdışı etkiler yüzünden mi yazdım? Sizi kandırmak mı istedim? Yoksa pişman olmanın, üzgün olmanın bana sağlayacağı birtakım avantajlar mı var? Şimdi de çok fazla soru oldu. Neyse ben yazıyım siz cevapları çıkartırsınız yazıdan. Üzgün ya da mutlu olmak insana diğer insanlara karşı bir avantaj sağlıyor mu? Aslında çevrenize biraz bakarsanız mutsuz insanları mutlu insanlardan daha çok ciddiye aldığınızı fark edersiniz. "Gülme lan iki dakka ciddi ol" lafını günlük hayatta kullanıyoruz. Gülmek ciddiyetsizlik sayılıyor günümüzde. (Aslında gülmek biraz canice ve acımasızca bir eylemdir ama gülmenin tarihini başka bir yazıda daha detaylı işleyelim. Burda parantez içinde harcamayalım. Bu laflarımdan parantez içine yazdıklarımı harcanabilir, dandik yazılar olarak gördüğüm anlamı çıkabilir fakat bu doğru değil, yalan söyledim aslında bu yazıyı başka yere yazmak isteme nedenim parantez içinde harcanmayacak kadar değerli olması değil buraya yazmaya üşenmem ayrıca parantez çok uzun olunca konuyu takip etmek de zorlaşıyor ama bu benim değil okuyucunun sorunu. Belki de bu yüzden kimse okumuyordur yazdıklarımı. Keşke sorunlarınıza daha çok ilgi gösterseydim. Bu arada bayağı uzun oldu parantez. İyi de oldu.) Bununla paralel olarak da somurtmak ciddiyetin önemli bir göstergesi. Neden gülen bir insanın sözlerine gülmeyen birinin sözlerine kıyasla daha az önem veriyoruz? Ben biraz (Yaklaşık 5 dakika) düşündüm ve aklıma ölümden başka bir şey gelmedi. Sanıyorum ki bildiğimiz en ciddi durum ölüm ve ölüm de üzücü bir şey. Belki de beynimiz bir olgunun ciddiyetini onun ölüme olan yakınlığıyla ilişkilendiriyordur. Mutluluğu da ölümle bağdaştıramadığımız için mutlu, gülen insanları daha az ciddiye alıyoruzdur belki. Bana göre en ciddi insanlar ciddiyetsiz olanlar. Olayları ölümle kıyasladığımız vakit normalde önem verdiğimiz hiçbir şeyin önemli olmadığını fark etmiş oluruz. Bundan sonra onlara vereceğiniz önem ölümün değerini azaltır ve onu küçük düşürür. Mesela sınavdan aldığınız düşük not ile birinin ölümüne aynı gözyaşını dökmek yanlış değil mi? Tabii bunu gözyaşı ile sınırlamamak lazım ama sizin ana fikri kaptığınıza inanıyorum. Aslında bu kadar lafa gerek yoktu "Gerçek ciddiyet ciddiyeti hak etmeyen konulara ciddiyet göstermemektir." diyebilirdim ama çok fazla ciddiyet kelimesini içeriyor ve ben çok fazla ciddiyet kelimesini içeren cümleleri sevmiyorum. Kim sever ki zaten? Bu kadar giriş yeter ana konumuza dönelim: İngilizlerin bu sözü "Acı yoksa kazanç da yok" olarak çevrilebilir. Bizim atasözlerine bakarsak "Armut piş ağzıma düş" var. Bunu çevirmeye gerek yok Türkçe zaten. Demek istediğim şey yabancıların aksine bizim atalarımıza göre kazanmak için acı çekmeye gerek yok. Acı çekmek saygı duyulacak bir şey değildir. Acıyı yüceltmeyin. Gülün.

Filmler

Aklımda bir kaç tane film fikri var. Eğer ilerde film çekmeyi düşürseniz ve fikre ihtiyacınız olursa bunları kullanabilirsiniz.
1.) Dünyayı zombiler ele geçirecek. Bunun diğer filmlerden farkı bu sefer zombilerin gözünden göreceğiz. Etrafta dolanan et dönerlerin size saldırdığı ve öldürdüğü bir dünya düşünün. İşte zombiler de aynen böyle görüyorlar etrafı. Zombilerin iletişim yolu konuşma, işaret falan değil de koku olacak. Üzülünce, kızınca, sevinince farklı kokular yayarak iletişim kuruyorlar zombiler. Bu yüzden biz bu iletişimi anlamayıp onları beyinsiz mallar zannediyoruz yoksa annesi, kardeşi baltayla satırla öldürülen bir zombi çok üzülüyor, kızıyor ama biz anlamıyoruz koku değişikliğine dikkat etmediğimiz için. Alt yazılı olacak zombilerin konuşması. Belki bir zombi konuşmayı öğrenir, Belki bir zombi yaşayan bir kıza aşık olur onu tamamen yemeden zombiye dönüştürmeye çalışır falan. Ya da zombilerle insanlar( yürüyen et dönerler) arasında savaş çıkar. Tam zombiler yenilecekken esas oğlan ormandan zombi gergedanlarla çıkar ve dağıtır ortalığı. Çok düşünmedim oraları ama geliştirilebilir bir fikir bence.
2.) Savaş filmi olacak. İki taraf var. Bir taraf sihir kullanıyor öbür taraf bilim. Roketler fireball'lara karşı. f35'ler ejderhalara, bir taraf irade gücü ve zekayı kullanırken öbür taraf çalışkanlık ve azimi kullanıyor. Sonuçta sihir ve bilimin gelişme yolları farklı. Esas adam belki bu ikisini birleştirip dünyaya barış getirebilir. Ya da büyücüdür bizim adam. Bir dolu bilim adamı katletmiştir. Sonra birisi iftira atar ülkesinden kovulur, gider bilim falan öğrenir. En sonunda da başka bir boyuttan gözlerinden lazer atan gergedanlar çağırarak herkesi öldürür. Bir dolu senaryo çıkar aslında.
3.) Bizim dünyada geçiyor film. Tek fark var para yok. Ticaret malzemesi anılar. Ekmek mi alacaksınız. Gidiyorsunuz bakkala, 3. sınıfta Türkçe dersinden 5 aldığınız zaman yaşadığınız sevinci veriyorsunuz. araba mı alacaksınız, çok kolay sadece sevgilinizle ilk buluşmanızı veriyorsunuz. Verdiğiniz anıları komple unutuyorsunuz ya da o anıları düşünmek artık sizin için hiçbir şey ifade etmiyor. Bir meyvenin suyunu sıkınca posası kalır ya öyle işte. Ya da eti formun tatsız tuzsuz sunta gibi krakeri var ya onun gibi bir şey oluyor. Anıyı satın alan kişi mutlu oluyor artık. Sanki kendi yaşıyormuş gibi. Tabii bazı insanlar bir dolu anı posası yüzünden akli dengelerini kaybetmesinler diye, satılan anıları unutturma merkezlerine gidiyorlar. Memurlar falan sabah 8 akşam 5 sürekli eğleniyorlar. Çıkışta bir kısmını şirkete verip bir kısmını da kendileri alıyorlar maaş olarak. Belki Dram falan olabilir. Mesela kumar bağımlısı genç, anılarının çoğunu kaybediyor masada. Ölen annesiyle ilgili anılarını koyuyor masaya(Sevgilisi de olabilir ama anne sevgisi daha başka sanki.(2.bir parantez açıyım tam tersi de olabilir anne çocuğuyla ilgili anıları kaybeder falan neyse)). Onu da kaybediyor. Annesinin sesini, kokusunu, yüzünü unutuyor. Çok pişman oluyor. Bu anıların peşine düşmek istiyor ama maalesef ki meyve suyu geri meyveye dönüştürülemez. Filmin sonunda yaşadığı bunalımdan intihar eder belki. Ya da satılan şey iyi anılar değil de kötü anılar olur. Ekmek için, bakkalın küçükken kırılan oyuncağıyla ilgili, araba için satıcının sevdiği birinin ölümüyle ilgili anıyı alırsınız. Daha bir karanlık atmosfer olur o zaman. Daha çok konu çıkar buradan da sonra düşünürüz onları.
4.) Bir gün dünyadaki tüm kapılar bu kadar yeter deyip isyan çıkarıyor. Zor açılıp zor kapanıyorlar. Bir kısmı hiç açılmıyor. Sonra hepsini söküp yerlerine yenilerini takıyorlar. İsyan başarısız oluyor.
Aklıma gelirse yazarım gene. İyi akşamlar.

10 adımda felsefe

17.) Adımları hızlandırmak Küçükken bir hikaye okumuştum. Adamın biri at arabasını elma ile doldurmuş, yolda gidiyormuş. Bir süre ilerledikt...