19 Aralık 2018 Çarşamba

10 adımda felsefe

14c.) Kanal

İletişimin gerçekleştiği ortama kanal denir. (Yine Vikipedi'den kopyaladım. Pişmanım.) Kanalı sansürlemek kanal aracılığıyla mesajı sansürlemekten farklıdır. Mesajı engellemeniz yetmez direkt olarak ortamı ortadan kaldırmanız lazım. Yanınızda ufak bir cep kara deliği taşıyorsanız bu sizin için hiç de zor olmayacaktır. Eğer yoksa üzülmeyin zira başka yöntemler de var. Evet tahmin ettiğiniz gibi bağırmak burada da işe yarar ama bu seferkinin çalışma prensibi birbiri ile ilişkili enlemesine uzanan 4 adımdan oluştuğu için burada açıklamayı uygun bulmuyorum. Ufak bir ipucu veriyim hasmınızın kulağına "Kanalıma hoş geldiniz, abone olmayı unutmayın" diye bağırmak 3. adım. (Şahsen ben birinin kanalına hoş geldiysem abone olmayı unutmam.) Peki başka yöntemler var mı? Elbette var öncelikle İngilizce öğrenmemiz gerekiyor. Daha sonra CERN'de çalışan bir bilim adamını, kanalına abone olmayı da unutmayarak, size bir kara delik yapma kiti vermesi için nazikçe ikna etmeniz gerekiyor. Buradaki önemli kısım nazik olmak. Çünkü yabancı insanlar bazı konularda hassaslar, eğer nazik olmak yerine bir harf atlayıp nazi olursanız (ki sık karıştırılan bir durumdur.) o zaman sevimli dostlarımız boncuktan kuşlara merhaba dersiniz. O yüzden "K" harfi önemli yanınızda yedek 2-3 tane götürün. Yanınızda götürdüğünüz her bir k harfi sizi mahpustan ve sevimli dostlarımızdan uzaklaştıracaktır ama dikkat edin eğer yanınızda çok k harfi varsa o zaman "KKK" olur ki o da tekrar boncuk kuşlar demek. Zaten yurt dışında yaşamanın en zor kısmız k harfi dengesidir. Onu tutturdunuz mu gerisi kolay. Aslında birkaç harf daha var önemli olan ama onlar için ayrı bir rehber gerekeceği için burada bahsetmeye gerek yok.

Yarım

Başlık bulmak çok zor yav. Sanki başlığı bulsam yazıyı yazmak çok kolay olacakmış gibi geliyor. Başlamak gerçekten önemli. "Başlamak bitirmenin yarısıdır" diyorlar. Katılmıyorum. Bence bitirmek bitirmenin yarısıdır. Bir iş bittikten sonra kontrol etmek, ayrıntıları düzeltmek falan filan daha bi sürü şey var yapılacak o yüzden bitti deyince bitmiyor bazen. İnsan beyni de buna benzer çalışıyor. 3 yaşındaki bir çocuk beyninde 20 yaşındaki bir adamdakinden daha fazla sinaps vardır ama gelin görün ki o fazla sinapslar bir işe yaramıyor. Üçgen bile çizemiyolar yav.(3 yaşındaki bir çocuk üçgen çizemez evet. Google'dan da bakabilirsiniz. Sinaptik budanmaya da bakın hazır google açıkken.) Beynin oluşumu bittikten sonra beyindeki gereksiz birtakım sinir hücreleri ve bağlantıları budanıyor ve bu sayede biz üçgen çizebiliyor ve görece önemsiz birtakım işlevleri daha yerine getirebiliyoruz. Bu nedenle başlamak değil bitirmek bitirmenin yarısıdır. Bu arada şimdi fark ettim bu seferki yazıya soru sorarak başlamamışım. Genelde soru sorarak başlıyordum ama bir problemim olunca soru sormayı bırakmışım. Sorular sorun çıkınca sorulmaz mıydı? Evet bence de öyle. O zaman bir sorundan bahsettiğim bu yazıda neden hiç soru sormadım? En azından bu durumu sorgulayana kadar sormadım. Demek ki soruların amacı sadece sorunları çözmek değil. Bazen sorular sorun çıkarmak için sorulur. Başka bazen de sorunlar soru indirmek için çıkarılır.(Ters mantık her zaman çalışmıyormuş onu denedim. Son cümleyi dikkate almanıza gerek yok.) Yazımızı az önce bulduğum bir özlü sözle sonlandıralım. "Başlamak bitirmenin değil haşlamak pişirmenin yarısıdır."

12 Aralık 2018 Çarşamba

10 adımda felsefe

15.) Empati
İyi bir felsefeci olmak için karşınızdaki insanı anlayabilmek gereklidir. Aslında bu sadece felsefe için değil genel olarak daha rahat bir hayat için de gerekiyor fakat o kısımla işimiz yok şimdilik. Empati nedir? Kendinizi başkasının yerine koymak gibi bir şey. Daha fazlası için google var oradan bakarsınız. Neyse konumuza dönelim. Empati yapmak sadece karşıdaki insanı anlamaya yaramaz. Empati doğru kullanılırsa insan ilişkilerini bozan oldukça tehlikeli bir silaha dönüşebilir. Bu dönüşüm 2-3 yolla olabilir. Ben bu yollardan anlatması sıkıcı olanını yazacağım. Empati bir deney sürecidir, empati yaparken kendimizi karşımızdakinin yerine koyup onu anlamaya çalışırız. Buraya kadar sorun yok ama esas mesele buradan sonrası. Şimdi karşımızdakinin ne hissettiğini anladıktan sonra empati yapmayı bitirmemiz gerekir. Çünkü devam edersek bu sefer düşünmeye başlarız "Ben bu durumda olup böyle hissetseydim nasıl davranırdım?" diye ve kendimize göre optimal yanıtı buluruz. Bir sonraki adım kendi kendimize "Bir insan bu durumda böyle davranmalıdır" demektir. Eğer karşımızdaki adam bizim düşündüğümüzden farklı bir şekilde davranırsa bu sefer de "Bu mal neden benim düşündüğüm gibi davranmadı" demeliyiz. Tercihen içimizden ya da en azından karşımızdakinin duyamayacağı bir şekilde. Benim kimseden korkum yok diyorsanız o zaman yüzüne de söyleyebilirsiniz veya tekme de atabilirsiniz. İnsanların birbirine tekme atmasını engelleyen korkudur ve korkularımızdan kurtulmadan gerçekten özgür olamayız. Belki de gerçekten özgür olmamamız gerekiyordur. Umuyorum ki öyledir çünkü öbür türlü attığımdan daha fazla tekme yiyeceğim hakkında ciddi şüphelerim var. 

10 Aralık 2018 Pazartesi

Süzgeç değil

Öncelikle iyi günler, eğer gününüz iyi geçmiyorsa dert etmeyin çünkü sizin gibi daha bir sürü insan var yalnız değilsiniz ama bu sefer de eşsiz olmadığınız gerçeğini kabul etmeniz gerekiyor. Ya yalnızlığı seçeceğiz ya da sıradanlığı kabul edeceğiz, peki başka bir yolu yok mu? Vardır muhtemelen ama esas soru bu değil esas soru bu yolu bulabilir miyiz olmalı bence. O değilde benim buraları bir şekilde süzgeçlere bağlamam lazım. Neyse başlığı değiştirince halloldu. Bu yükten de kurtulduktan sonra artık yolumuza daha hızlı bir şekilde devam edebiliriz. Farklı olmak zorunda mıyız? Ya da birlikte olmak? Sadece kendimiz olsak yetmez mi? İstediğimiz şekilde yaşayıp, keşkesiz ölsek olmaz mı? Sanırım olmaz. Her ne kadar rahatsız edici de olsa bu dürtüler insanı eyleme geçmeye zorluyor. Bu eylemlerin çok büyük bir kısmı gereksiz ve önemsiz olsalar da ufak bir bölümü içinde bulunduğumuz dünyayı iyi ya da kötü bir şekilde değiştiriyor. Değişim her zaman iyi değildir ama durağanlık her zaman kötüdür. O yüzden insan sürekli fikirsel ve eylemsel açıdan değişmelidir ama o zaman da kalıcılığı azalıyor. Bunun neden kalıcılığı azalttığı konusunu açıklamam gerekiyor ama canım hiç yazı yazmak istemiyor. "Eee buraya kadar nasıl yazdın o zaman?" diyebilirsiniz. Başlarını 1 ay önce yazmışım. Son iki üç cümleyi yeni yazıyorum. "O zaman sen de bekle biraz daha yazmak isteyince yaz" da diyebilirsiniz ama hayatım hakkında bana öneri verme hakkınız yok. Sanırım ben bir şeye sinirlenmişim sinirimi de bu yazıyı okuyacaklardan çıkarıyorum. Kusura bakmayın yav bazen oluyor böyle. Bazen insan duygularını zarar verme amaçlı karşısındakine yönlendirebiliyor. itfaiye hortumuyla bir insanı 5-10 metre sürükleyebilirsiniz ya onun gibi. Konsantre ve hedefe yönelik duygularla hasmınızda geçici hasarlar bırakmak mümkün. Bunun nasıl yapıldığını da bir sonraki yazıda açıklarım artık.

Beyaz Eşyaları Tanıyalım: Elektrikli Süpürge

Elektrikli süpürgeler hakkında kitap bile yazılabilir. Bu kitabın sayfalarından da uçak yapabilirsiniz. Çok mantıklı olmaz evet. Bu süpürgeler hakkında bilmemiz gereken birkaç şey var. Ondan önce kendi elektrikli süpürgemden bahsetmek istiyorum. Süpürgemin en iyi yanı çok iyi çekiyor toz moz kalmıyor, en kötü yanı ise çok iyi çekiyor. halıyı falan kapıyo bırakmıyor. Halıya basmadan halıyı temizleyemiyorum. Neyse söylemek istediğim en iyi yanınız ile en kötü yanınız aynı olabilir. Süpürgelerde oluyor en azından. İsteksiz yazınca böyle oluyormuş demek ki. Olsun bazen bu da lazım. Bence.

9 Eylül 2018 Pazar

Beyaz eşyaları tanıyalım: bulaşık makinesi

Öncelikle iyi günler,
Bir insanın gününü mahvetmek için kaç bulaşık makinesi gerekir? Peki tüm ömrünü? Stratejik olarak yerleştirilmiş 2 (iki) bulaşık makinesi ile ikisini de başarabilirsiniz ama birtakım ahlaki ilkelerden dolayı bunlardan bahsedemeyeceğim. Ahlak zaten tarih boyunca bilimin önündeki en büyük engellerden birisi olmuştur, tabii burada yaptığımız şey bilim değil haklısınız ama bunu da engelliyor.(Bence de engellemesi lazım zaten. Ahlakın esas amacı budamaktır. Bilimi, insanı, her şeyi budayarak istenilen doğrultuda ilerlemesini sağlar. İster insan olsun ister bilim olsun bir olgu ahlak zincirlerinden kurtulursa büyür ama yıkıcı bir şekilde büyür. Yani sanırım öyle olur... Muhtemelen.)  İnsanları mutsuz etmenin birçok yolu var, çoğu insan onlara bir şey yapmasanız bile mutsuz oluyorlar zaten. Neyse bulaşık makineleri diyorduk. Bulaşık makinelerini incelemeden önce kendimize sormamız gereken 3 soru var. Ne kadar sabırlıyım? Ne kadar üşengeçim? Aç mıyım? İlk iki sorunun neden sorulduğunu açık o yüzden onları açıklamayacağım. Son soruyu ise bir iki tane ekmek yiyerek halledebilirsiniz ona da gerek yok. Bulaşık makineleri kirli olarak aldığı tabakları temiz bir şekilde iade eder. Kullanılmışı tekrar kullanılabilir hale getirir. Bu yüzden bulaşık makinelerinin kapağı camlı değildir. İnsanlar içgüdüsel olarak iz bırakmaya ve dünyaya bir parçalarını bırakmaya çalışırlar.( Kimi eserleriyle iz bırakır kimi çocuklarıyla. Üremenin esası da budur zaten, öldükten sonra DNA'nın dünyada kalmasını sağlamak.) İçgüdülerimiz iz bırakmak üzerineyken izleri silen bir makineyi izlemek birtakım varoluşsal krizlere neden olabilir. O yüzden çalışır haldeki bulaşık makinelerinden uzak durmak gerekir. Boş yere risk almaya gerek yok bence. Yok halihazırda zaten kendinize sorduğunuz ve cevaplayamadığınız sorular varsa o zaman izleyebilirsiniz ama dikkat edin zira uzun süre bulaşık makinesine bakarsanız bulaşık makinesi de size bakar. 

30 Ağustos 2018 Perşembe

Nasıl bilim adamı olunur? 3. bölüm

Evet nasıl bilim adamı olunur serisinin yeni bir yazısı ile karşınızdayım. Bilim adamı olmak için gerekli olan önemli vasıflardan birisi de şanstır. Şansız bilim adamı olmaz. Şansız büyük bilim adamı olmaz dersek daha doğru olur. Peki şans nedir ve şansımızı nasıl artırabiliriz? Şansın ne olduğunu zaten bir önceki yazıda açıklamıştım tekrar yazmaya gerek yok bence. (Üşendim kopyalamaya.) Bazı laboratuvarlar çalışanlarını düzenli aralıklarla yurt dışına kumar oynamaya yollarlar. 1000 dolar verip 3000 dolar ile dönmelerini isterler. Çünkü dediğim gibi bilimde şansızların yeri yoktur. Çalışanlarını yurt dışına yollayamayanlar da kendi aralarında horoz dövüşü, batak falan oynarlar. Bunlar hep bilimin çirkin yüzü. Kahvelerde beyaz önlükle kağıt oynayan insanların hikayesini biliyorsunuz artık. Bazı insanlar bunu kendi çıkarları için kullanıyor. Mesela horoz dövüştürenler polis baskın yaptığı zaman bilim adamı taklidi yapabiliyor, bunları birbirinden ayırmanın 2 ile 4 arasında farklı yöntemi var bu yöntemlerin 1 ile 3 kadarı biliniyor geriye kalan 1-2 tanesi ise hala bilinmiyor. Tabii bunların pek bir önemi yok zira eğer horoz dövüşü baskını olduğu zaman orada polis olarak bulunmuyorsanız bu yöntemleri düşünmek için bol bol boş vaktiniz olacaktır. Hem de insanlar kapalı alanlarda daha kolay arkadaşlık kurar derler. O yüzden asansörde sıkışan insanların gelecekte iyi arkadaş olma ihtimalleri yüksektir. Asansör düşerse bu oran artıyor diyorlar ama bu riske değer mi bilmiyorum. Ben yerinizde olsam düşen bir asansöre binmezdim. Sizin de aynısını yapmanızı tavsiye ederim. Eğer burada değindiğim kilit noktalarına dikkat ederseniz iyi bir bilim adamı olmamanız için bir neden yok. (Bu arda bilim adamı değil bilim insanı diyorsanız TDK'nin sitesine girip adam yazınca birinci anlam olarak insan çıkıyor söyleyim.)

28 Ağustos 2018 Salı

Beyaz eşyalara bakalım: Çamaşır makinesi

Yav cidden çamaşır makinesi hakkında bir yazı mı okumak istiyorsunuz? Daha iyi bir işiniz gerçekten yok mu? Evet mi? Haa tamam o zaman kusura bakmayın. Çamaşır makinesini anlamak ancak birkaç adımda mümkündür. Bu birkaç adımı anlamak ise tek bir büyük adımda mümkün olabilir fakat bu tek büyük adım için öncelikle geri gidip hızlanıp birden zıplamak gerekir. Tüm bunları yapmadan önce kendinize sormanız gereken en büyük soru ise "Aç mıyım?" olmalıdır. Çünkü açken verimli zıplayamazsınız ne fiziksel olarak ne de zihinsel olarak. Bu adımları doğru uygularsak çamaşır makinesini gerçekten anlamış oluruz. Çamaşır makinesinin kapağı neden camdır? Makinenin çalışıp çalışmadığını anlamak için değil, tabii o işe de yarıyor ama esas amacı farklı. Çamaşır makinesini çalışırken hiç izlediniz mi? Eğer içini ayı gibi doldurmadıysanız makine dönerken kıyafetlerin çevrede kaldığını ve makinenin ortasının boş olduğunu fark etmişsinizdir. Durunca kıyafetler o boşluk geri dolar. Çamaşır makinesi içindeki boşluğu doldurmak için durmak zorundadır. (Bence çamaşır makineleri diğer beyaz eşyalara göre hareketi ve çalışmayı daha çok seviyorlar çünkü sevmeseler yürüyüp gitmezlerdi. Bulunduğu odayı terk eden başka bir beyaz eşya bilmiyorum ben.) Makine çalıştığı sürece içindeki boşluk hep kalacaktır. Hayatınızda bazen boşluklar olabilir ama bu boşluklar normalde olduğunun aksine bir yüktür. Hatta en ağır yük boşluktur çünkü atamazsınız, bırakamazsınız ya da dolduramazsınız. Doldurmaya çalıştıkça ağırlaşır, ağırlaştıkça büyür. Böyle zamanlarda belki de yapmanız gereken durmaktır. Bazı boşluklar sadece durunca dolar. Bence buradaki esas mesele içinizdeki boşluğu doldurmak için durmaya değer mi sorusunu cevaplamak. (Cevaplamadan önce bir şeyler yemeyi unutmuyoruz tabii ki. Sizin de bildiğiniz üzere aç adama güven olmaz. Ne cevaplarına ne sorularına.) Belki de o boşluk iyi bir şeydir, yük sandığımız şeyler bizi harekete geçiren kıvılcımlardır. Belki de hayat güllük gülistanlık olmamalıdır.

27 Ağustos 2018 Pazartesi

Beyaz eşyaları tanıyalım: Ütü

Evet bugün yepyeni bir yazı dizisi ile karşınızdayım. Beyaz eşyaların karanlık yönlerini inceleyeceğiz. Neden kıyafetlerimizi ütülüyoruz? Ütü nasıl kırışıklıkları düzeltiyor? Ütülerin bizden sakladıkları bir şeyler var mı? Önce kolay olandan başlayalım. Ütüler bizden hiçbir şey saklamıyor endişe edilecek bir durum yok. Peki neden ütü yapıyoruz? Kıyafetimizdeki kırışıklıkları düzeltmek için ütü yapıyoruz. Kıyafeti oluşturan lifler yıkanıp suyla temas edince bükülür, kıvrılır ve değişik şekillere bürünür. Daha sonra kuruyunca da bu şekilde kalır. Ütü de buhar ve sıcaklık ile bu değişik şekillere bürünmüş lifleri tekrar eski düz haline getirir. Şimdi ütüye birkaç farklı açıdan bakalım mı? Bakalım. Ütülemek kıyafet liflerini tekdüze hale getirmektir. Ütüyle üstünden geçtikten sonra düzelmeyen kırışıklık azdır. Eğer ütüye rağmen kıyafet düzelmiyorsa bu üretim hatası kabul edilir. Toplum bazen sizin kendiniz olmanıza izin vermez. Sizi bir kalıba sokmaya çalışır. Buna karşı koymak kolay değildir tabii, şimdi ben bu iplikleri suçlamıyorum. Sonuçta benim de üstüme kızgın demir bastırsalar fikirlerim muazzam bir hızda değişir. Farklı olmak kolaydır, herkes farklıdır, her şey farklıdır. Kar kristalleri bile birbirinden farklıdır ama biraz zaman geçince hepsi aynı suya dönüşüyor. Evet farklı olmak kolaydır zor olan bu farkı devam ettirmektir fakat önce şu soruyu cevaplamanız gerekiyor "Aç mıyım?" çünkü insan açken aldığı kararlar saçma ve normal kişiliği ile alakasız olabiliyor. Eğer aç değilseniz sormanız gereken soru "Farklı olmak iyi mi?" aç olmaktan iyidir bence ama konumuz farklı olmakla aç olmanın kıyaslanması değil. Evet yukarıda da belirtildiği üzere farkı devam ettirmek zordur, enerjinizi ve zamanınızı harcar. Eğer tüm enerjinizi farkınızı korumaya harcarsanız farklı olursunuz ve farklı ölürsünüz, geride hiçbir şey bırakmadan. Zamanımız kısıtlı, vaktimizi ve enerjimizi planlı kullanmalıyız. Bazen ilerleyebilmek için sıradanlığı göze almak gerekiyor. Ütülendikçe düzleşmekte bir sorun yok. Ütüye rağmen kırışık kalmaya çalışmayın, onun yerine sıcaklığı kucaklayın, eriyin, yanın ve ütüye yapışın.

26 Ağustos 2018 Pazar

Kararlar

Öncelikle iyi günler, bugün yeni bir karar aldım. Artık her gün yeni bir yazı yazacağım. Aslında bunun iyi mi yoksa kötü mü olacağı hakkında bir fikrim yok. Kendimi sürekli yazı yazmaya zorlamak bu blog'un halihazırda çok az olan kalitesini iyice azaltabilir ama daha önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi eğer kaliteli içerik arıyorsanız yanlış yerdesiniz. Burada sadece sıradan eşyalara farklı açılardan bakmaya çalışıyoruz ve genellikle de bakamıyoruz. Dolayısıyla sorun yok. Neyse bu sıkıcı kısımları geçip daha sıkıcı kısımlara gelelim. Karar nedir? Neden karar almalıyız ve karar alırken nelere dikkat etmemiz gerekiyor? Tamam ilk hangisinden başlayalım? Sonuncudan başlayalım. TDK'ye göre Bir iş veya sorun hakkında düşünülerek verilen kesin yargıya karar denir. Gördüğünüz üzere sonuncudan başlayacağımı söyledim ama birinciden başladım. Muhtemelen "Yalan" adı verilen bu olgu ile ilk karşılaşmanız değil dolayısıyla bu konunun üstünde çok durmaya gerek yok. Neden karar almalıyız? Çünkü karar almazsak eyleme geçemeyiz o yüzden. Peki karar alırken nelere dikkat etmemiz gerekiyor? Öncelikle havanın sıcaklığı çok önemli. Nem de önemli tabii ama benim bahsetmek istediğim şey başka. Karar alırken farkında olmanız gereken en önemli husus bu kararı kendiniz için almıyorsunuz. Gelecekteki siz için alıyorsunuz. Bunu daha önce yazdığım için bundan da bahsetmeyeceğim. Şans çok önemlidir ama şanstan da gelecek yazıda bahsedeceğim için onu da geçelim. Sonuç olarak elimizde bir şey kalmıyor. (Sanıyorum yazıya başlamadan önce plan yapsaydım böyle olmazdı.) Belki de böyle olması gerekiyordur diyerek kaderci (ya da deterministik de diyebiliriz ve daha artistik olur.) bir tutum sergileyebilirim fakat kolaya kaçmış olacağım için pek hoş olmaz ama bazen zor olan kolaya kaçmaktır.

17 Ağustos 2018 Cuma

Ağrı

Bir yerimiz ağrıdığında ağrı kesici alıyoruz. İngilizcesi de painkiller yani ağrı katili. Ağrı kesilebilen öldürülebilen bir şey midir yoksa tıbba bile insanlığa özgü vahşetimizi mi bulaştırmışız? Neyse önce ağrı kesicilerin neremizin ağrıdığını nasıl bildiğinden başlayalım. Bazen insanın kendisi bile neresinin ağrıdığını bilmiyorken ağrı kesici nasıl biliyor?  Cevap: Bilmiyor. Ağrı kesicilerin kullandığı yöntem deneme yanılma yöntemidir. Sırayla vücudu dolanır. Önce ayaklardaki ağrıyı keser sonra kollar ve sırt ondan sonra başa geçer en sonda da karın ağrısını geçirir. Deneme yanılma yöntemi her zaman işe yarar, ne yaptığınız hakkında en ufak bir fikriniz olmadığında bile. Hatta o zamanlarda daha çok işe yarar. Neyi deneyip neyi denememeniz gerektiğini bilmediğiniz için bu denemeler sırasında aradığınızı bile bilmediğiniz şeyleri bulmanız mümkün. İnsan neyi aradığını bilmese de bulunca anlıyor. Sadece aradığını bilsin yeter. (Bu seferki kısa olsun sıkıldım. Hem sonunu bir anlamı varmış gibi gözüken ama anlamsız olan bir cümleyle bitirdiğim için bana yeterli bu kadarı.)

16 Ağustos 2018 Perşembe

.

Az kelime ile çok şey anlatan insanlara hep imrenmişimdir. Ben hiç öyle bir adam olamadım. Genelde ne demek istediğimi anlatabilmem için kendimi uzun uzun açıklamam gerekiyor. Hangisi daha iyi ki? Birinci gruptakiler daha artistik duruyor ama ben ikinci grupta olduğum için orayı savunacağım. Az kelime ile çok şey anlatmanın sorunu çok şey anlatmakta, böyle söylenen sözler o kadar yoruma açık oluyor ki tam olarak neyi kastettiğini anlamak mümkün olmuyor.  "Az her zaman çoktur" diye bir laf var ve ben bu lafı oldukça doğru buluyorum. Masa derseniz insanın aklına cinayet masasından katlanır salon masasına kadar bir sürü şey canlanır, mutfak masası derseniz hedefiniz daralır, bizim evdeki mutfak masası derseniz hedefiniz iyice daralır. Eğer karşınızdakinin hayal gücünü kullanmasını istiyorsanız ona sınırları tam belli olmayan kavramlar vermelisiniz ki bunu az söz kullanarak yapabilirsiniz yok amacınız kendi fikrinizi doğru bir şekilde anlatmaksa maalesef uzun uzun yazmanız lazım. Evet az her zaman çoktur. Peki çok her zaman iyi midir?

13 Ağustos 2018 Pazartesi

İntegral

İntegrale dair hatırladıklarım maalesef ki lise 4'e ait. O zaman neden öyle çok da hatırlamadığım bir konuda yazı yazıyorum? Yav o değilde yazılarıma hep soruyla başladığımı fark ettim. Peki bu bir sorun oluşturuyor mu? İçimde integral bilseydim bu soruya cevap verebilecekmiş gibi bir his var. Evet yanlış bir his çünkü hislerimizin ve vücut tepkilerimizin çoğu vahşi doğada hayatta kalmaya yönelik (Mesela korkunca rengimizin atmasının nedeni darbe aldığımızda kan kaybı az olsun diye yüzeyel damarların kasılması) ama konudan konuya atlamalı bir yazım olmuştu dolayısıyla aynı şeyi kısa aralıklarla iki kere yapmam doğru olmaz pek. Mesela bir kası kısa aralıklarla uyarırsanız o kas bir süre sonra kasılı şekilde kalır. Bu duruma tetani(kramp) denir. O yüzden öyle yapmamak lazım. Mesela ders çalışırken sürekli aynı dersi çalışırsanız beyninize kramp girebilir. Bunun için düzenli aralıklarla ara vermeniz gerekir. Çok ara verirseniz yine kötü çünkü araştırmalar ders çalışırken 3 sene ara vermenin ders çalışmayı olumsuz etkilediğini söylüyor ve 3 sene çok uzun. Çalışmalarınıza 3-4 senelik aralar vermeyin. Yani mümkünse.

Işık ve Karanlık

Işık ve karanlık üzerine söylenmiş çokça söz var. Karanlık ışığın yokluğudur, geceni en karanlık anı şafak sökmeden az öncedir, ışık aslında karanlıktır, karanlık sadece bir kelimeden ibarettir, bazen karanlık kararlılıktır, hiçbir ışık karanlığa yetişmek istemez, mavi ışık vardır ama mavi karanlık yoktur. Neyse bunların çoğunu ben uydurdum o yüzden bir şeye benzemiyorlar. İşe yarar bir şeyler okumak için google'a yazabilirsiniz "karanlık özlü söz" diye bir sürü sonuç geliyor ama işe yarar şeyler okumak isteseydiniz bu blog'ta takılmazdınız diye düşünüyorum. Öyleyse devam edelim. Işığın iyi olarak betimlenmesini tek nedeni işimize yaramasıdır. Tarafsız olarak düşünürsek aslında ışık gayet kötüdür. Öncelikle ışık işgal eder, karanlıksa yerinde durur. Karanlık ilerlemeye çalışmaz, sınırlarını genişletmeye çalışmaz, ışık ise var olduğu her an karanlığı deler, yok etmeye çalışır. Sonralıkla ışık mahveder. ışık var olabilmek için başka bir kaynağa ihtiyaç duyar ve sürekli onu tüketir. Kendini var etmek için odunu küle çevirir. Karanlıkta ise odun odun olarak kalır. (Tabii kül olmanın da birtakım avantajları olduğunu görmezden gelemeyiz ama başka bir yazıda görmezden gelmeyelim o konuyu. Evet odunun odun olarak kalmasının da ne derece iyi olduğu tartışılabilir ama bu şekilde bir yere varamayız. Peki bir yere varmamız gerekiyor mu? Bence gerekiyor. Belli bir yere olmasa da bir yerlere ulaşmalı insan yaptıklarıyla, yerinde saymamalı ama daha önce de dediğim gibi bunu başka bir yazıya bırakalım.) Kısacası ışığı sevmeyin. Kullanın ama sevmeyin, ışığın özünü anlayın. Yok yav durun bi dakka daha anlamayın olayı bir adım daha götürelim. Tamam ışık yok eder işgal eder ama aynı zamanda hayatın kaynağıdır ışık. Canlılığın temelini oluşturur. Belki de yok etmesinin nedeni budur. Bazı şeyleri feda ederek daha canlılığın devamını sağlamaktır amacı. Belki de kendisi de bir kurbandır. Bizim için kötü olmayı göze almıştır. Hakarete uğramayı, kötülenmeyi seçmiştir çünkü birinin bunu yapması gerekiyor. Bizim var olabilmemiz için gerekli enerji diğer maddelerin içinde ve ışık onları yok ederek bize bunu sağlıyor. İnsanlar fedakarlık hikayelerini severler ben de severim ama sadece sevmemiz onları gerçek yapmaz. Işığın doğal ve işlenmemiş hali nedir? Ateş ve bence ateşin böyle yüce amaçları yoktur, ama yok ben içinde fedakarlık ve ihanet olan fantastik hikayeleri seviyorum diyorsanız o zaman şöyle bir şeyimiz var: Canlılığı oluşturan ışığın verdiği enerji değil ışık yüzünden yitip giden nesnelerin intikam arzusudur. Işığın yok ettiği her şey adalet ve intikam arzusu ile canlılığı oluşturdu. Hikaye istiyorsanız hikayeden bol bir şey yok dünyada ama gerçeği istiyorsanız bence bu blog’tan çıkın. %15 gerçek bana yeter diyorsanız kalın ama. 

17 Şubat 2018 Cumartesi

Korkuluk

Korkuluklar geçmişte tarlalardaki bazı kırmızı böcekleri ve tek çenekli bitkileri korkutmak amacıyla sıklıkla kullanılmışlardır. Biz bu yazıda korkuluklara başka bir açıdan bakmaya çalışacağız. Korkuluklardan bahsetmeden önce korkudan bahsetmemiz lazım. TDK'ye göre korku: "Gerçek bir tehlikenin ya da bir tehlike olasılığının, düşüncesinin uyandırdığı kaygı duygusu" olarak tanımlanıyor. Korkuyu kaygı duygusu olarak tanımlamak biraz yetersiz. Korku beyinde bitmez. Korku bizi farklı şeyler yapmaya zorlayan bir duygudur. İnsan korkunca ya kaçar ya saldırır ya da donakalır. Şimdi buraya içinde sempatik sinir sistemi aktivasyonu, amigdala ve böbrek üstü bezi geçen süslü cümleler yazılabilir ama eğer bu bloga biraz göz attıysanız esas amacın bu olmadığını fark edebilirsiniz. (Ayrıca onları yazmak sıkıcı google'a yazınca çıkıyor bir sürü sonuç, oradan bakarsınız.) Korkudan yeterince bahsettik. Şimdi aklınıza "Eski insanlar neden tek çenekli bitkileri korkutmaya çalışmışlar?" sorusu gelebilir. (Uydurma lan ne tek çenekli bitkisi diyebilirsiniz ama eski insanlar o kadar da zeki değildi. İshal olunca vücut fazla sıvıyı atmaya çalışıyor deyip hastadan kan alan insanlardan bahsediyoruz sonuçta.) Gelmeli de zaten fakat fark etmişsinizdir ki bu blog merakınızı doyuracak bilgilerden oluşmuyor. Keşke bu cümleyi paranteze alsaydım bu da bence tam parantezlik cümle. Korkuluklar günümüzde insanlar bir yerlerden düşmesinler diye sağa sola yapılan demir parmaklıklar haline gelmişler. o değilde bu yazıda bu blogun işlevine iki kere değinmişim ve bu yazının olmayan akıcılığını iyice dibe çekmiş.ayrıca bir  önceki   cümlede  de   imla hatası yapmışım . iyice batıyorum artıl kelmeleri bile doğrudüzgün yazamaz halee glmişim. Neyse korku da böyle bir şeye benziyor, vakit geçtikçe bizi korkutan nesnenin yerini korkunun kendisi alıyor ve sürekli artarak devam ediyor. Peki nereye kadar? Korku bizi nereye kadar batırabilir? En dibe vurduktan sonra ne olacak?



"Şunu unutmayın ki: Hayatta dibe vurduğunuzda en tepeden başka gidecek yeriniz kalmaz."



diyorlar. Doğrudur muhtemelen ama gözden kaçan bir nokta var o da dibe vurmak öyle gözüktüğü kadar basit değil. Hayatı iyi gitmeyen insanlar için kötü bir haber maalesef. Asla dibe ulaşamayacaksınız çünkü her zaman daha kötüsü vardır. Eğer müdahale etmezseniz hayatınız sürekli daha da kötüye gidecek ama asla en dibe ulaşamayacaksınız. Bence esas unutulmaması gereken söz şu olmalıydı: "Her zaman daha kötüsü vardır." Böyle olsaydı kurtulmak için dibe vurmayı beklemezdik. Dibe vurmanın tek yolu vardır o da mükemmele ulaşmaktır. Daha önceki yazılardan birinde biraz bahsetmiştim bu konudan.

(Bu arada esas amacım yazının ana fikrini üsteki kalın cümle sanmanızı sağlayıp daha sonra öyle olmadığını göstermek, evet bazı insanlar böyle ufak tefek hileler yapıp mutlu oluyorlar. Mutluyum.)

6 Şubat 2018 Salı

Volkan




Yanardağlar neden patlar? Eğer internete bakarsanız tektonik,sismik, magma gibi birtakım süslü bilimsel kelimeler içeren açıklamalar bulursunuz. Bunların gerçeği ne derece yansıttığı tartışılır. Onun tartışmasını volkanoloji yapıyor ama, biz burada yanardağları başka bir yönden inceleyeceğiz. Yanardağ patlaması denince genelde öfke, sinir gibi duygular akla gelir ama bu yanardağların doğasına pek uymuyor bu patlamaların esas nedeni can sıkıntısıdır. Volkanlar can sıkıntısından patlar. Can sıkıntısı bir insanın hissedebileceği en tehlikeli duygudur. Bazı insanlar uyumayı sever, kimi gezmeyi sever, hatta yeterince ararsanız acı çekmeyi bile seven bir iki manyak bulabilirsiniz şu dünyada. Fakat hiç kimse sıkılmayı sevmez. Can sıkıntısı acı çekmekten daha kötüdür. Daha önceki yazılarımda bahsetmiştim insanlar alışır diye. Alışmak sıkılmaya yol açar ve insanlar da birçok eylemi bu histen kurtulabilmek için yaparlar. Canı sıkıldığı için bir şeyler üretir insan. Can sıkıntısını bir kara deliğe benzetebiliriz. Kaçmamız için sürekli çabalamamız gereken bizi sürekli içine çekmeye çalışan bir kara deliğe ama bu sıralar uzay falan filan oldukça gündemde dolayısıyla bu benzetme bize pek bir şey katmaz onun yerine karınca aslanına benzetelim can sıkıntısını.



Böyle tüylü garip bir böcek ama bu kısmı benzemiyor esas bunların avlanma yöntemleri güzel


Bu şekilde bir çukur kazıp içine oturuyorlar. Daha sonra kenardan geçerken kayıp düşen karıncaları yiyorlar. Eğer karınca tam dengesini kaybetmezse de bu sefer karıncanın üstüne kum fırlatıyor. Peki karıncanın geldiğini nasıl anlıyor? karınca kenardan yürürken kumları düşürüyor oradan anlıyor. Can sıkıntısı da böyledir, bir kere bu çukura düşerseniz sonunuz bellidir. Peki bundan nasıl kurtulabiliriz? Direkt olarak saldırmak işe yaramaz çünkü yenemeyiz can sıkıntısını tek başımıza ama herkesin kendi savaşını verdiği şu dünyada eğer çoklu kişilik bozukluğunuz yoksa yanınıza adam da çağıramazsınız. Kaçmak da işe yaramaz zira can sıkıntısından kaçmak amacıyla yapılan her eylem sizi ona bir adım daha yaklaştırır. (Bu arada sanılanın aksine apandis sıkıntıdan patlamaz.) Yapmanız gereken ilk şey sakin olmak çünkü korku ve endişenin tek getirisi düşünme kapasitenizi sınırlamak olacaktır. Yok... bi dakka, bi durun aklıma bir şey geldi. Şimdi can sıkıntısı bedensel değil beyinsel bir kavram olduğu için kognitif fonksiyonlarımızı kısıtlayan her şey can sıkıntısını da kısıtlayacaktır. Dolayısıyla korkup bağırarak oluşturacağınız suni bir dehşet duygusu can sıkıntısını maskeleyebilir, çünkü yaşamanın derdine düştüğünüzde canınız sıkılmaz. Canınız sıkılıyorsa bağırın. Tabii bu yazıdan volkanların beyinsel fonksiyonları olduğu anlamı da çıkar ama yukarıda da belirttiğim gibi onunla volkanoloji uğraşıyor.

Noktalama işaretleri: Tırnak işareti

Tırnak işaretini yapmak çok kolay iki tane kısa çizgi çizince ya da klavyede 1'in yanındaki tuşa basınca çıkıyor hemen. Yalnız kalemle yaptığımızda tırnak işaretini açarken ve kapatırken kavisleri parantez gibi yapıyoruz klavyede ise bu özellik yok. Teknolojinin hayatımızdan çalmasına nerede dur diyeceğiz? Bence esas sorun neler kaybettiğimizi bilemeyecek olmamız. Peynir, turşu, reçel, pastırma ve daha birçok yiyeceğin var olma sebebi buzdolabının 19. yüzyılda icat edilmiş olması.(Evet aklıma başka yiyecek gelmediği için "daha birçok" yazdım. Biraz düşünsem daha da bulurum bence ama ana fikri kavramak için bu kadarı da yeterli bence.) Tabii ki insanların dağdan buz getirerek yiyecelerini soğutma denemeleri olmuştur ama nereye kadar taşıyacaksın ki? Sıkılır bırakır insan bir süre sonra. Neyse demek istediğim şey insanlar yiyecekleri çabuk bozulmasın diye onları birtakım işlemlerden geçirip bozulmalarını ertelemişlerdir. Biraz daha incelersek bu işlemlerin amacının yiyeceği bakteri ve mantarın yiyemeyeceği ama insanın yiyebileceği bir kıvama getirmek olduğunu fark edebiliriz. İnsanın yiyeceğini paylaşmamak için harcadığı çaba muazzam. Zaten bakterilerle savaş halindeyiz, aslında tam savaş denir mi bilmiyorum çünkü biz onları öldürmeye çalışırken onların yaptığı tek şey bölünmek. Mesela, şu anda bilinen tüm antibiyotiklere dirençli bakteriler var. Peki bunlarla karşılaştığımızda ne yapıyoruz? Esasında yapılan hastanın akyuvarları onları öldürene kadar hastayı hayatta tutmak. Genelde pek işe yaramıyor maalesef. Bakterileri öldürmek için kullandığımız dezenfektanların içinde çoğalabilen bakteriler bile var. Antibiyotik konusunda pek başarılı değiliz ama konu yemek olduğunda işler değişiyor. Tamam bakteriler hemen her ortamda yaşayabiliyor, hızlı ürüyorlar ama gelin görün ki bal yiyemiyorlar. Piramitlerin ilk keşfedildiğinde firavun mezarlarının yanında bulunan ballar yenilebilir özellikteydi sonuçta. Peki bunların hepsini tırnak işaretine nasıl bağlayacağım? Bağlayamayacam ama buzdolabı birkaç yüzyıl daha geç icat edilseydi bir ihtimal yapabilirdim. Daha sahip olmadan bizden çalınanlara karşı yapabileceğimiz bir şey yok (mu acaba? Bir dahaki yazıda bakalım.). Buzdolaplarının etrafında dikkatli olun arkadaşlar.

10 adımda felsefe

17.) Adımları hızlandırmak Küçükken bir hikaye okumuştum. Adamın biri at arabasını elma ile doldurmuş, yolda gidiyormuş. Bir süre ilerledikt...