24 Aralık 2015 Perşembe

Satranç öğreniyoruz: 3. bölüm

Evet bu bölümde yavaş yavaş satranç taşlarına giriş yapacağız. Hangisinden başlayalım? En önemli taş olan Şah'tan mı başlasak ya da en süper en satranç taşı olan Vezir'den mi? ya da tahtada toplam 16 tane olan vasıfsız Piyon'dan mı başlayalım? Peki neden Fil, At veya Kale ile başlamıyoruz? Neden en güçlü ya da en güçsüzden başlamak zorundayız? Neden ortalama olanlardan başlamıyoruz? Ortalama olanlar ezilmeye mahkum mudur hep? Çok fazla soru sordum niye ki? Neyse birazdan bırakırım soru sormayı muhtemelen. Aha bırakmışım, iyi devam edelim o zaman. Fil ile başlayalım diyorum. (bu Önceden iki kare menzili varmış ama taşların üstünden atlayabiliyormuş. Sonradan demişler ki filler zıplayamaz o yüzden taşların üstünden atlamasın demişler. Bu sıkıcı kısımları geçelim bence.) Fil ile iyi oynayabilmek için öncelikle bir filin nasıl hissettiğini anlamanız lazım. Filler sadece çapraz hareket ederler. Peki bu ne anlama gelmektedir? Şu anlama gelmektedir: Bir fil siyah karenin üzerindeyse oyun boyunca siyah karelerin üzerinde kalacaktır, beyaz karelere geçemeyecektir. Filler dar görüşlü ve cahil taşlardır. Kendisine ilk söylenen fikri sahiplenir ve ömrü boyunca o düşünceye göre yaşar. Yeniliklere açık değildir filler. Siyah karelerde mi yoksa beyaz karelerde mi duracağına bile kendisi karar vermez. Başkalarının doğrularına göre yaşarlar.  Eğer dikkat ettiyseniz fil hariç diğer bütün taşların siyah ve beyaz karelerde hareket edebildiğini fark etmişsinizdir. Kendine ait olmayan fikirlere ölümüne bağlı olan ve o fikirlerin dışına asla çıkmayan tek taş fildir. Niye gerçek hayattaki filler böyle değil; çünkü gerçek bir filin beyni vardır ve onu kullanır.

24 Ağustos 2015 Pazartesi

Satranç öğreniyoruz: 2. Kısım

Evet satranç öğreniyoruz serisinin ikinci yazısı ile karşınızdayım. İlk yazıda neden satranç öğrenmeliyiz sorusunun cevabını vermiştik. Aslında cevabını vermiştik değil de cevabını aramıştık daha doğru olur sanırım. Neyse bir şeyler yazıyodu ve bu da yeterli bence. Bu seferki yazıda satranç tahtasını yakından inceleyeceğiz. Bir şeyleri yakından incelerken ne kadar yakından incelersek o kadar iyidir diyemeyiz. Büyüteci gözünüze çok yaklaştırırsanız görüntüyü netleştirmek yerine bozar. Aynı mantık burada da geçerli. Belirli bir mesafeden inceleyeceğiz. Neyse bu teknik detayları geçelim. Satranç tahtası eğer dinlemesini bilirseniz size birçok öğüt verir. Öncelikle Satranç tahtasının şeklinden başlayalım. satranç tahtası karedir. Her kenarı eşit boydadır ve köşeleri vardır. Toplam 4 köşeşi 4 kenarı vardır... Sonuçta her şeyden hayat dersi çıkaracağız diye bir kaide yok, bu sefer geometri adına bir şeyler öğrenmiş olduk.(Öğrenmiş olduk demek yerine hatırlamış olduk desek daha doğru olur muhtemelen.) Peki bu basit bilgileri hatırlamanın bize ne yararı var? Umuyorum ki eylemlerinizin çıkarlarınızla ilişkisini sorgulamayı bu blog ile sınırlı tutmuyorsunuzdur. Eğer öyleyse hayat hakkındaki birkaç detayı kaçırmış olabilirsiniz. Peki bu kötü bir şey mi? Mesela sihir gösterilerinde numaranın nasıl yapıldığını çözemeyenler çözenlere göre daha çok eğlenir, dolayısıyla hayat hakkındaki bazı konularda az fikir sahibi olmak daha eğlenceli bir yaşantı sağlayabilir bize. Zaten şu anki insanlar genel olarak "anı yaşa, bugünün tadını çıkar" falan diyorlar. Öte yandan Platon "Sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değer değildir." diye bir laf etmiş. Öyle düşününce yaşam tarzımızı bayağı bi değiştirmemiz gerekiyor. Neyse hayatımızı 2400 sene önce ölmüş bir adamın söylediği lafa göre şekillendirmek çok saçma. Zaten sadece bilmek değiştirmeye yetmez. Biraz insanın keyfini kaçırır o kadar. Eğer değiştiremeyeceksek neden acı çekelim ki boş yere? Bu konuya başka bir açıdan bakarsak: Ölü insanların sizden sağlayacakları çıkarları yoktur, diriler konusunda ise tam böyle söyleyemeyiz. Dolayısıyla ölü biri tarafından kandırılma ihtimaliniz yaşayan biri tarafından kandırılma ihtimalinizden kat kat düşüktür. Eğleneceğinizi bilseniz kandırılmayı kabul eder misiniz? Bugünün tadını çıkarırken bir şeyler kaçırıyor olabilir miyiz? Evet bilmek tek başına değiştirmeye yetmez ama değiştirmenin ilk adımıdır ve ilk adımlar da en az son adımlar kadar önemlidir.

13 Ağustos 2015 Perşembe

Sonsuza kadar sayarsak ne olur?

Elimize bir ip alıp sallamaya başlayalım(Ya da sallarmış gibi düşünelim, genelde düşünmek ve yapmak arasında büyük fark var ama bu seferkinde pek olmaz sanıyorum.) "Sallanmıyo bu" derseniz ucuna taş falan bağlayabilirsiniz."Ama o zaman da tehlikeli olur." derseniz sakız yapıştırabilirsiniz. "Sakızım yok" derseniz neyse bu tür basit engellerin bizi gerçekten uzaklaştırmasına elbette izin vermeyeceğiz. Deneye geçelim: İpi salladığımızda önce havayı hissederiz. Daha hızlı sallarsak ipin oluşturduğu rüzgar artar, daha da hızlanırsak ip ses çıkarmaya başlar.(Kırbaç gibi düşünebiliriz.) Yani önce rüzgar sonra daha çok rüzgar sonra ses oluyor. Sayı saymak da ip sallamaya benziyor olabilir mi? Saydıkça daha büyük bir sayı elde ediyoruz. Belki bir yerden sonra sayılar biter ve başka şeyler gelmeye başlar arkasından. Bence denenebilir. Zaten neleri denemiyoruz ki?

Kapı, pencere ve duvar

Bu yazının günlük hayatta sürekli karşılaştığımız bu eşyaları (Aslında eşya doğru kelime olmadı gibi ama şu hayatta bir sürü yanlış şey varken buradaki yanlışın çok da önemli olduğunu düşünmüyorum. Eğer böyle deseydim bu oldukça yanlış bir savunma olurdu. Diğer insanların yaptığı hataların benim hatamı meşrulaştırma yeteneği maalesef ki yok. Olsa güzel olmaz mıydı? Güzel olurdu. Belki de olmazdı.) derinlemesine inceleyeceğimiz bir yazı olmasını planlıyorum. Bakalım olacak mı? Pencere ve duvarın ne farkı vardır? Pencerelerin arkası görünür, duvarın gözükmez; pencereler açılır, duvarlar açılmaz. Aslında bunların hiçbiri aralarındaki farkı açıklamaya yetmez zira bazı pencereler açılmaz, arkasını görebileceğiniz cam duvarlar olabilir, falan filan. Peki neye pencere deriz neye duvar deriz? "Niye pencere deriz niye duvar deriz?" olarak da sorabilirdik bu soruyu ama saçma olurdu.(Kanaatimce saçma lafı güzel bir iltifat. Umuyorum ki ilerde bir yazıda değinirim.) Duvarlar korur ve sıkıştırır insanı. Görüş mesafenizi birkaç ışık yılından birkaç metreye düşürür. (Yıldızları görebiliyoruz sonuçta dışarı bakınca.) En önemli duyumuzun bu derece kısıtlanmasına nasıl katlanıyoruz peki? Pencereler sayesinde. Pencereler bize kaybettiğimiz görüş mesafesini geri verir ve genelde açılıp kapanır oldukları için kontrolün bizde olduğunu düşünmemizi sağlar. Pencerelerin bizim üstümüzde oluşturduğu sahte özgürlük duygusu sayesinde 5 duvar arasında sıkışmanın çok korkunç olduğu gerçeğini görmezden geliriz. Pencereler bizi kandırır. Pencerelerin kandıramadığı insanlar da vardır tabii ki. Gezmeyi seven insanlar aslında bu yüzden gezmeyi severler. Duvarlardan kaçmak için gezerler. (Ben gezmeyi pek sevmem, şahsi fikrim gezmenin dikkati dağıttığı yönünde ve dağınık bir dikkat ise pek bir işe yaramaz. Güneş ışınları gibi düşünebilirsiniz. Kalın kenarlı mercek dağıtır, ince kenarlı mercek toplar. Bu merceklerden birisi ateş yakabiliyor. Hangisi olduğunu belirtmeye gerek duymadım ama ne hikmetse bu cümleyi yazmaya gerek duymuşum. Devam edelim.) Aslında pencereler sadece duvarların içindeyken değil, dışarıdayken de bizi kandırıyolarmış gibime geliyor. Çok şüpheli davranışları var. Ben genellikle hareket eden ama yerinden kımıldamayan canlılara karşı şüpheyle yaklaşırım. Peki yazının başlığındaki kapıdan niye hiç bahsetmedik? Çünkü kapılar duvarlar gibi önümüzde aşılamaz engeller oluşturmaz ya da pencereler gibi bize sahte bir özgürlük sunmaz. Haklısınız bunlar kapılardan bahsetmememi haklı çıkaracak nedenler değil. Zaten kapılar da böyle. Eğer doğru anahtarınız varsa hak edip etmediğinize bakmadan açılır. Bu açıdan bakınca çok adi gözüktüler gözüme. 

30 Temmuz 2015 Perşembe

10 adımda felsefe

13.) Beklemek
Eğer yeterince beklerseniz istekleriniz ile sahip olduklarınızın örtüşeceğini savunan bir felsefi görüş vardır. Getizm olarak isimlendirilen bu akımı savunanlar getist ya da getost olarak adlandırılırlar. Açken getist tokken getost olurlar dersek daha doğru olur aslında. Getizm sadece bir düşünce biçimi değil aynı zamanda bir yaşam biçimidir. Getistler hayatlarının büyük bir kısmını ormanda battaniye katlayarak geçirirler. Çünkü bunun onları zihnen güçlendireceğini düşünürler. Akılsızca olduğunu anlamak için pek düşünmeye gerek yok. Akıllı olsalardı öncelikle yemek yeyip getost olur ondan sonra battaniye katlarlardı. Neyse biz konumuza geri dönelim. Beklemek genelde durağan bir eylem olarak görülür. Peki gerçekten öyle mi? İnsan beklerken aslında kumar oynar. Şu anki benliğinin istediğini gelecekteki benliğinin de isteyeceğini düşündüğü için bekler. Oysaki insan sürekli değişir. Aynı derede 2 kere yıkanılmaz falan diyorlar ya aynı mantık işte. Burada boş yere yazmayım şimdi. (Aslında boş yere bir sürü şey yazıyorum, muhtemelen üşendiğim için yazmayayım dedim.) Sürekli değişen dünyada beklentilerinin değişmeyeceğini düşünerek beklemek kumar oynamak değil midir? (Bu arada beklemek durağan bir eylemmiş.) Bence beklemeyin, gelecekteki halinizin yerine karar almaktan vazgeçin zira o siz değilsiniz.

29 Haziran 2015 Pazartesi

Satranç öğreniyoruz: 1. Ders

Evet yepyeni bir yazı dizisine başlıyorum bugün. Bu bence çok güzel bir olay ama şimdilik bu konu hakkındaki duygularımı bir kenara bırakıp yazıya geçelim. Satranç öğrenmek önemlidir. Çünkü satranç bilen birisi olursanız çevrenize hava atabilirsiniz. Genelde satranç zeka ile bağdaştırılır, ki bence bu konuda bir sorun yok, dolayısıyla eğer iyi satranç oynuyorsanız çevrenizdeki insanlar sizin zeki olduğunuzu düşüneceklerdir ister istemez. Peki insanların sizin hakkınızdaki düşünceleri gerçekten de önemli mi? İnsan sosyal bir varlıktır. Tek başınıza yapabileceklerinizi birlikteyken çok daha kolay yaparsınız ve bu birliktelikte insanların size yardım etmeye olan hevesi onların sizin hakkınızdaki düşünceleri ile doğrudan ilişkilidir. (Uzun süredir uzun cümle yazmıyordum. Uzun cümle kurmak insanı mutlu ediyor öte yandan az önce başı ile sonu alakasız ve tamamen saçma bir eser ortaya çıkarmış olabilirim. Umuyorum ki öyle değildir.) Einstein okumasaydı da fırıncının yanına çırak verilseydi aynı bilimsel çalışmaları ortaya çıkarabilir miydi? Cevabı bilmiyorum ama daha çok zorlanacağı kesin.(Kesin değil mi ki? Ben de şüpheye düştüm şimdi. Kesin demeyelim de büyük ihtimalle diyelim o zaman.) Neyse bu sefer satranca giremedim ama neden önemli olduğu konusunda bir iki fikir edinmişsinizdir. Bir dahaki sefere artık.

12 Haziran 2015 Cuma

Üretmek

Geçen aklıma geldi, şimdi eğer birisi hayatından memnunsa bunu değiştirmek için çaba harcamaz çünkü adam mutlu zaten. Mutsuz insanlar ise hayatlarındaki bu mutsuzluğu gidermek için çaba gösterir mutlu olmaya çalışırlar. O zaman bilim olsun sanat olsun bir şeyler üretebilmek için mutsuz olmak gerekiyor. Pastör memnun olsaydı dünyanın halinden aşıyla falan uğraşmazdı. Genelde imkanlarımızı mutlu olmak için kullanıyoruz. (Mutlu olma eşiklerimiz farklı bu arada. Kimi bmw alınca mutlu olurken kimisi on binlerce insanın hayatını kurtarınca mutlu oluyor.) Mutsuzlukla çalışıyoruz. Mutsuz olduğumuz sürece üretebiliriz zira. Yani bir şeyler üretmek istiyorsanız mutsuz olmak zorundasınız. Yazıya başlarken, yaklaşık 1(bir) ay önce, böyle düşünüyormuşum şimdi çok malca bir düşünce olduğunu fark ettim. Bence insanı değişime iten güç mutsuzluk(ya da mutlu olma isteği de diyebiliriz.) değil merak duygusu. Bu cümleyi de bir(1) ay önce yazmışım ve şimdi yeni bir şey fark ettim. Merak etmek aslında mutlu olma çabamıza verdiğimiz bir isim. Bir önceki cümleyi bir(bir) dakika önce yazdım ve şu an çok saçma olduğunu görüyorum. O değil de bu yazı nereden baksan 3(3) aylık bir süreçten geçti ama siz onu okurken bunu fark etmeyeceksiniz. Üzücü bir şey bence ama öbür yandan bu yaptığımız gayet doğal. Sonuçlar hemen her zaman sebeplerin önüne geçmiştir. Nihayetinde ağaca baktığımızda kökleri değil çiçekleri görüyoruz. Her ne kadar o çiçekler varlıklarını köklere borçlu olsa da kimse kökleri umursamıyor. Bence kökleri biraz umursamak lazım. Bir şeyin değerini anlamamız için ille de onu kaybetmemiz gerekmiyor. Biraz düşünerek de bulabiliriz genelde. Köklerin de değerini er geç anlayacağız. Kimimiz düşünerek, kimimiz kaybederek.

2 Mayıs 2015 Cumartesi

Yıldırım

Acaba yıldırımlar saygımızı hak ediyorlar mı?(Genelde yazıya sonunu tasarlamış olarak başlarım, orta kısım bir şekilde halloluyor zaten ama bu sefer biraz farklı. Sonunu belirlemedim bu sefer. Peki niye? Çünkü üşendim. Keşke daha karizmatik bir cevabım olsaydı fakat sizin de fark ettiğiniz gibi yok. Bir düşünün lütfen, gerçekten de üzerinde tartışmak istediğiniz konu bu mu? Bence de hayır. Güzel o zaman.) Yıldırım derken şimşeği de kastediyorum bu arada. Yıldırım nedir? Yıldırım elektrik zıplamasıdır. Buradaki esas sorun elektrik zıplıyor mu yoksa ağırbaşlı bir şekilde taşınıyor mu onu ayırt etmektir ama bildiğiniz gibi bu blogda sorunlar değil çözümler konuşulur.  Şimdi yıldırım düşmesi falan böyle bayağı artist bi olay. İnsan buna bakıp "Acaba neden böyle oluyor." diye düşünüyor. Tüm bu olanların bir nedeni olsa güzel olmaz mıydı? Yaprak yere yerçekimi yüzünden değil de toprağı özlediği için düşseydi güzel olmaz mıydı? Ya da sabunlar tükendikçe sevinseydi hayat daha renkli olmaz mıydı? Zaten gerçekler sıkıcı olmasaydı romanlar, şiirler ve filmler de olmazdı. Eğer gerçekler seni yeterince eğlendiriyorsa ne diye kafanda yeni şeyler kurgularsın ki? Uğraşmazdı kimse böyle işlerle. Aslında tam emin değilim muhtemelen bir iki manyak çıkardı uğraşan. (Şimdi adamlara manyak dedim ama var olmayan  bir dünyadaki var olmayan birkaç adamı manyak sıfatıyla betimlemem ahlaki açıdan yanlış mı bilmiyorum. Bence değildir.) Can sıkıntısı da garip: Bazı insanlara roman yazdırırken bazılarını uyutuyor. Yıldırım konusuna geri dönmeyelim bence zaten onlar da bulutlara geri dönmüyor. 

28 Nisan 2015 Salı

Diş

Bugün İpana'nın isminin nerden geldiğini öğrendim. Ben de bu hikayeyi sizinle paylaşmak istiyorum.
Hikayemiz dünyadan kötülüğü temizlemek ve herkesin battaniye kullandığından emin olmak için sefere çıkan ve henüz geri dönmeyen Padişah ve İhsan General ile başlıyor. Bunlar gene havadan sudan ülke yönetiminden belki biraz da tarihin karanlığında kaybolmaya yüz tutmuş anılardan konuşurken İhsan'ın önüne bir kuş düşüyor. Daha sonra kuş dile gelip diyor ki " Durun yiğitler. Arkanız orman önünüz ise yine orman dolayısıyla siz ormandasınız." Sonradan anlıyorlar ki o düşen gerçekte kuş değilmiş köyün delisiymiş. Bu kısımları sonra anlatsam daha iyi olacak. Biz esas hikayeye gelelim. İşte düşmanlarla savaşıp yorgun düşen ordu bir köye dinlenmek için girer. Köylü bunları çok güzel karşılar. Tüm askerler abanır mantıya, tandıra. Tabii o devirde diş temizliği çok önemli. Yemekten sonra dişlerini temizlemek isteyen askerler etrafta dolanmaya başlar. Sonra çalılıkların arasından bir nine fırlar ve askerlere diş ipi dağıtmaya başlar. Diş ipi alamayan askerler "ip ver ana, ana ip ver, ana ip, ip ana, ipana" demeye başlarlar. İşte İpana'nın temellerini bu nine atmıştır. Bir sonraki hikayemiz  japon kılıcı "katana" hakkında olacak.

Noktalama işaretleri: Virgül

Bugün virgülden bahsedelim bence. Ben bahsedeyim siz de dinleyin demek daha doğru olurdu aslında. Ben bahsedeyim siz de okuyun mu deseydim ki? Neyse önemsiz ayrıntıları geçelim. Virgül yapısı itibarıyla basit bir işaret. Böyle aşağı doğru hafif sola yatık kısa bir çizgi çekiyoruz ve virgül oluyor. Peki virgül nedir? Virgül demek benzerlik demektir. Bir kelime ya da kelime grubundan sonra virgül gelmesi yazının devamında o kelime ya da kelime grubuna benzer kelime ya da kelime gruplarının geleceğini belirtir. (Keşke 2 tane daha kelime ya da kelime grubu sözcüğünü kullanabilseydim bir önceki cümlede.) Yani virgül demek yalnız değilsin demektir. Sana benzeyen birileri var demektir. Zaten "," böyle çentik gibi bir şey. Bir de cümleler virgülle bitmez, bitemez. Virgül için kötü bir şey bu. Asla dinlenemez virgüller eğer cümlenin sonunda virgül varsa o cümle devam etmek zorundadır ta ki virgüller bitene kadar. Virgüller ne zaman biter? Benzerler bittiğinde ya da aramayı bıraktığımızda. Burada şu sonucu da çıkartabiliriz: Benzerlerimizi aramak bizim mutlak sona ulaşmamızı geciktiren yegane iştir. Tabii şimdi virgülün açısından da düşünmek gerekiyor. Bir virgül cümle bitirmenin nasıl bir duygu olduğunu bilmiyor. Bence bu yazıda virgüllere torpil geçelim ve bir cümleyi virgül ile bitirelim. Hatta son cümleyi virgülle bitirelim,

27 Nisan 2015 Pazartesi

İnsan neyle yaşar?

Bu yazımda insanı insan yapan nedir sorusunun cevabını vereceğim. Daha doğrusu bir cevap verecem ama bu sorunun cevabı olur mu bilmiyorum. Peki başlık niye böyle? Tolstoy'un kitabının ismiydi sanırım, belki biri Google'da falan arar da yanlışlıkla buraya girer diye yazdım. Neyse boş verin. İnsanın diğer hayvanlardan ayrılma sürecindeki temel nokta tırnak makasıdır. İnsanlar tırnaklarını kesebileceklerini fark ettiklerinde birçok şey değişmiştir. Aşağıda taş devrinde kullanılan bir tırnak makası var. Hadi bunu dikkatlice inceleyelim. Evet taş devrinde insanlar demir kullanmayı biliyordu ve hayır o bir semaver değil. Eski insanlar zekiydi falan ama çok da süper zekalı değillerdi. Tabii sonradan bu tırnak makasının çay kaynatma özelliğinin tırnak kesme özelliğinden katbekat üstün olduğunu fark ettiklerinde çoktan İlk Çağ başlamıştı bile ama bu başka bir hikayenin konusu. Tırnaklar bizi nasıl geliştirdi? İnsanın tırnaklarını kesmeyi öğrenmesi basit değildir. Tırnak kesmek demek doğaya karşı çıkabilmek demektir. Uzayan tırnağın aşınarak kısalması gerekirken onu direk kesmemiz bir başkaldırıdır. Bir şeyleri değiştirebileceğimizi ilk o zaman fark etmişiz. Doğa'ya karşı ilk isyanımız budur. Bunu daha sona birçok alet, edevat, teori, buluş, falan ve filan takip etmiştir ve biz bunların bütününe bilim diyoruz. Bilim: Doğaya karşı başlattığımız savaş ve bunun hepsi bir tırnak makasıyla başladı. Tamam belki aşağıdaki gibi bir tırnak makası değil ama sizin ana fikri kaptığınızı düşünüyorum.

21 Nisan 2015 Salı

Göz kapakları

Göz kapaklarınız hakkında hiç düşündünüz mü? Düşünmek lazım yav, düşünmek demişken aklıma geldi ben küçükken bir ataş ile yapılabilecek 10 farklı şey düşünmeye çalışırdım. Hep dörtte takılırdım gerisi gelmezdi.(Biraz bekleyin bi daha deneyesim geldi... 6 tane buldum demek ki beynim %50 daha gelişmiş eskiye göre. Yok yav böyle hesaplanmıyordu sanırım. Neyse.) Bir şeyi daha fark ettim ki küçükken yaptığım bazı işler geçmişin karanlığında unutulmalıymış. Ataşla yapılabilecek 10 farklı iş ne saçma bir uğraşıdır? Zaten küçükken herkes birtakım saçma işler yapmıştır bizim şansımız kameraların eskiden bu kadar yaygın olmamasıydı. Şimdiki çocuklar büyüyünce malca davrandıkları bir sürü video ile yüzleşmek zorunda kalacaklar. Ayrıca şimdi fark ettim çocuklar "Kameraya çekilir, rezil olurum" kaygısı ile yapmak istediklerinden vazgeçmiyorlar. Demek ki yeni neslin hala hayal gücüne sahip. Bu da iyi bir şeydir bence ama konumuz bu değil konumuz göz kapakları. Ne işe yarar göz kapakları? Evet haklısınız gözlerimizi korur. Peki nasıl korur? Hayır bu sefer yanıldınız toz gelince falan gözlerimizin üzerine kapanarak korumaz. Yani onu da yapar da esas işlevi daha farklıdır. Göz kapaklarımız bizi kapanarak değil açılarak korur. Onların asıl işlevi bizi kumlardan değil kabuslardan korumaktır. Gözlerimiz kapalıyken hayallerimizle baş başa kalırız ve buna hayal gücümüzün karanlık tarafı da dahildir. Kötü düşünceler, gelecek hakkındaki endişeler, bazen yaratıklar. Düşündükçe düşünürüz, güneşten yanmış deriyi soymak gibi, soydukça soyası geliyor insanın. Bazen sağlam deriyi bile soyuyor o hevesle. Durmamız gerektiğini bildiğimiz ama duramadığımız anlar vardır ya hani işte göz kapaklarımız bu anlar için. Kabuslarımızın içinde yitip gitmeden çekip kurtarırlar bizi. Görmek, hissetmek, duymak engeller kabuslarımızı. Kısaca demek istediğim gözümüzü açınca karşımıza çıkanlardan değil de kapayınca etrafımızı saranlardan korkmamız gerekiyor. Göz kapaklarınızın kıymetini bilin, sizi nasıl koruduklarını anlayın ama onların da bir sınırı var. Sakın göz kapaklarınıza fazla güvenip kabuslarınızın içine dalıp kaybolmayın çünkü bazen insan öyle bir yere geliyor ki gözünü açarak bile kurtulamıyor hayallerinden. O zaman gerçekleri hatırlatacak başka koruma mekanizmalarına ihtiyaç duyuyor. Çeşitli şeyler denenebilir bu durumda. Örneğin kendi düştüğünüz çukura çevrenizdeki insanları da sürüklemek bir seçenektir. Daha denemedim ama muhtemelen zevklidir.

19 Nisan 2015 Pazar

Noktalama işaretleri: Üç nokta

Yan yana gelmiş üç adet noktadan oluştuğu için bu ismi almıştır. Sanırım bunu söylememe gerek yoktu. Neyse konumuza dönelim. Bazılarımız noktanın anlaşılmadan üç noktanın anlaşılamayacağını düşünebilir. Ben buna katılmıyorum. Yapbozu bozmak yapmaktan daha kolaydır. Dolayısıyla önce üç noktayı öğrenip ondan sonra noktaya geçmek daha kolay olur bence. O zaman öyle yapalım. Üç nokta ne anlama gelir? Cümlenin sonuna gelirse bitmediğini belirtir falan filan. Kısaca bir belirsizlik ve devam halini betimler de diyebiliriz. Peki nokta ne yapar? Bitirir. Tek nokta bitiriyorsa üç adet nokta yan yana gelince iyice bitirir o zaman ama böyle olmuyor. Üç noktanın bize öğrettiği iki şey vardır. Birincisi: Bütün her zaman parçaların toplamından daha fazladır. Yan yana gelen noktalar tek başlarına yapamayacakları işleri yaparlar. Bunların bize öğrettiği ikinci şey ise burada bahsedilmeye değmeyecek düzeyde o yüzden geçelim onu. Bu arada siz hiç makalelerde üç nokta gördünüz mü? Göremezsiniz çünkü üç nokta ciddi değil geyik bir noktalama işaretidir. Bir de Einstein'ın bir sözü vardı sanıyorum ki "Delilik sürekli aynı şeyi yapıp farklı sonuç ummaktır." gibi bir şeydi. (Far Cry'daki kötü adam da diyodu aslında bu lafı.) Üç nokta bu sözü tamamıyla çürütmektedir. Cümlenin sonuna nokta koyarsan o cümle bitmiş demektir. Eğer nokta koymaya devam edersen 3. noktadan sonra işler değişir. Artık o cümle belirsizdir, sonu yoktur. Okuyan herkes kendi kafasına göre tamamlar o cümleyi. Yani aynı şeyleri defalarca yapmak ummadığınız sonuçlara ulaştırabilir sizi. Tabii bunun için deli yaftasını göze almanız gerekiyor. Yaptığınız tek şey nokta koymak ama bunu bir süre tekrarlarsanız sonuçlar bayağı farklı oluyor. Peki bu şu anlama da gelebilir mi? Nokta mutlak son demek değildir. Bitmiş gözüken şeyler aslında devam edebilir. Tek yapmanız gereken yeterince nokta koymak. Şu şekilde de düşünebiliriz belki, eğer birilerinin üzerine fazlaca giderseniz ya da bir şeyleri gereğinden fazla bastırmaya çalışırsanız bitirmek yerine yeniden başlatırsınız. Tüm uğraşı ve emeklerinize zıt bir sonuç elde edersiniz. Nerede duracağımızı nereye nokta koymamız gerektiğini bilmemiz gerekiyor. Birazcık fazlası her şeyi değiştirebilir. Şahsi önerim yanınızda her zaman bir iki tane fazladan nokta taşıyın belki bir gün bir işinize yarar. Belki de bitmiş gözüken bazı şeyler bitmemiştir sadece ardına konulmuş olan noktayı çoğaltacak bir deliyi bekliyordur...

18 Nisan 2015 Cumartesi

Özlü sözlerim

Özlü sözlerimi yazacağım. Aslında başlık da yeterince açıktı bunlara gerek yoktu.

Çöl rüzgarlarıyla deniz dalgaları oluşturamazsınız.
Eğer battaniyeyi altınıza sererseniz bir adet çarşaf elde edersiniz.
Zamanı boşa harcamak diye bir şey yoktur. Zaman zaten akıp gidiyor ve sen onu harcayabilecek bir konumda değilsin.
Geyikler kaçamayacakları kaplanlardan ve açamayacakları kapaklardan uzak dururlar.
Koşan bir savcı bazen sadece koşan bir savcıdır.
Uykuya olan düşkünlüğünüz bu dünyadan ne kadar sıkıldığınızla doğru orantılıdır.
Eğer ölüm sizin için hala bir felaketse hayatınız yaşamaya değer demektir.
Perdeler uyumaz ve susmazlar ama lafları bizim kulaklarımıza ulaşamadan söner.
Çeşitli atraksiyonlara gerek yok yeterince beklerseniz ölüm size de uğrayacaktır hatta beklemeseniz de.
Telefonlar sadece bakıp "Doğa daha iyisini yapabilir mi?" diye sorduğunuz sürece anlamlıdır


Sonuçta anlamlı özlü sözler vaat etmedim size. Kızmayın lütfen ben de insanım :(

Kırlent

Bu yazı kırlentlerle alakalı olmayacak. O zaman niye başlığı böyle koydum ki? Bunun çok da önemli olmaması lazım çünkü hayatta göründüğü gibi olmayan tek şey bu yazı değil eğer birazcık düşünürseniz en azından 8 örnek bulabileceğinize inanıyorum. (O değil de göründüğü gibi olmayan tek şey bu yazı olsaydı ne süper olurdu. İnsanlığı bir adım öteye taşımış olurdum. Güzel olurmuş aslında.) Peki şimdi hangi konudan bahsetmem gerekiyor? Genelde yazarken başlığın beni yönlendirmesine izin verirdim ama bu yazıya başlığa bağlı kalmamak üzere başladım ve böyle sürdürmeyi planlıyorum. İnsan birtakım nesneler, kavramlar, kişiler tarafından yönlendirilmediği zaman hareket etme arzusunu kaybediyor sanırım. Belki insanlık da burada başlıyordur. Seni itecek bir kuvvet kalmadığı zaman, tüm isteğini kaybettiğin zaman bile ilerlemeye çalışmaktır insan olmanın esprisi. (Espri aslında Fransızca esprit kelimesinden dilimize girmiş ve öz, ruh, esas gibi manalara geliyormuş. Facebook'ta mı okuduydum biri mi söylediydi unuttum ama.) Tabii ki aklınıza "Alt tarafı internette yazı yazıyon. Biraz abartmadın mı? İnsanlıkmışda yok ilerlemeymiş de" gibi cümleler gelebilir. Baştan söyleyim oradaki "da" ayrı olacak onu bi kere düzeltin. Daha sonra... ben niye size cevap vermeye çalışıyorum ki zaten? Okuyucular önemlidir tamam ama sınırlar da önemlidir. Kanser hücresi ve normal hücrenin farkı sınırlara olan saygılarındadır. Sınırlar önemli. Ayrıca sanıyorum ki sınırlar hakkında bir adet yazı vardı burada bir yerlerde ona bakabilirsiniz. Bu konuyu da açıklığa kavuşturduğumuza göre devam edebiliriz. Yazıların uzunluğunu ayarlama konusunda da bir miktar sıkıntı yaşıyorum. Mesela bu uzunluk iyi mi? Yoksa "Şöyle 1000 sayfa yazsan da okusak" mı diyorsunuz? (Eğer diyorsanız sevinirim bu arada.) Kısaca toparlamak gerekirse şey aslında toparlamasak daha iyi olacak gibi zira yazarken daldan dala atlamışım. Evet bazı şeyler dağınık kalmalı çünkü düzenlemek yok etmenin farklı bir yolundan başka bir şey değildir.

17 Nisan 2015 Cuma

Renkler

Yepyeni bir yazı dizisi ile karşınızdayım. Acaba yenisine başlamak yerine önce eskilerini mi tamamlasaydım diye düşünmüyor değilim ama kısa sürüyor bu düşünce sorun yok yani. Bu tür ufak ayrıntıları bir kenara bırakırsak: Renkler ve anlamlarını irdeleyeceğiz.(İrdeleyeceğim mi demeliydim ki? Sonuçta  yazıyı ben yazıyom ama okuyucuya da haksızlık etmemek lazım. Bu yazı benim son satırı yazmamla değil sizin son satırı okumanızla biter.) Hangisiyle başlayalım? Bence genel bir giriş yapalım bu renklerin nasıl ayrıldığını falan filan onlara bakalım. Renklerin isimlendirilmesindeki garipliği fark ettiniz mi? Yeşil demek diğer renkleri soğurup yeşili yansıtan demek. Dışladığı, istemediği rengin adını vermişiz aslında. Yeşil elma aslında kırmızıyı, maviyi kabul etmiştir benliğine ama yeşili istememiştir. Biz de yeşil demişiz ona. Biraz ters bir durum değil mi sizce de? Konuyu siyah ve beyaza getirelim mi? Getirelim hadi: Siyah tüm renkleri kabul eder ve ayrım yapmaz. Beyaz ise hiçbir rengi kabul etmeyip hepsini yansıtır. Bu açıdan bakınca beyaz kibirli siyah ise mütevazi gözüküyor. Peki biz günlük hayatta ne yapmışız? Beyazı temizlik, sağlık, saflık gibi kavramlarla siyahı ise ölüm, keder, üzüntü gibi kavramlarla özdeşleştirmişiz. Siyaha haksızlık ediyor muyuz? Belki de etmiyoruzdur. Aslında siyah ve ölüm birbirine gayet uyuyor sadece sandığınız nedenden ötürü değil. Tüm renkleri kucaklayan tek renk ölümle anılıyor. Her şeyin sonunda ölüm hepimizin ortak paydası olmayacak mı? Bu açıdan bakınca uyumlu gözüküyorlar.( Keşke bu yazıyı gayet vurucu bir son sözle noktalayabilseydim fakat insanlar her zaman istediklerini alamıyor hayattan. Belki de yanlış yerden istiyoruzdur.)

13 Nisan 2015 Pazartesi

Askı



Askılara gereken önemi veriyor muyuz? Bence çok da önemli değiller aslında. Şu an sahip oldukları önem fazlasıyla yeterli. O zaman burada "Bir askıdan ne öğrenebiliriz?" sorusunu cevaplayalım. Eğer elbise askılarını kendi doğal hayatlarında gözlemleme fırsatı bulursanız birçok farklı tipte askı bulunduğunu görebilirsiniz. (Askı gözlemciliği başlı başına ayrı bir konudur ve oldukça da zordur o yüzden başka bir zaman bu konudaki fikirlerimi paylaşırım.) Neyse biçimleri farklı da olsa her askının ortak bir özelliği vardır: Tüm askıların kafasında bir adet soru işareti bulunur. Eğer askının kafasını çıkartırsak askının tutunma fonksiyonunu da çıkarmış oluruz. Askılar kafalarında soru işareti taşıdıkları sürece işe yararlar ve tutunurlar, diğer türlü bir metal parçası olmaktan öteye geçemezler. Belki insanlar da böyledir. Belki kafasında soru işareti olmayan insanlar et yığını olmaktan öteye geçemiyordur. Belki hayata tutunmanın yolu soru sormaktır. Tabii ki bu söylediklerimin doğruluğu tartışılır sonuçta beyinsiz bir eşyadan bir şeyler öğrenmeye çalışmak ne derece yararlı bilmiyorum ama o beyinsiz eşya bile soru soruyor ve merak ediyor. Dünyaya askı, kapı kolu ya da battaniye olarak değil de insan olarak geldiysek en azından askıların yaptığını yapabilmeliyiz bence.

11 Nisan 2015 Cumartesi

Noktalama işaretleri: Parantez

Parantez işaretine bakarsak (...) sanki düz bir çizgiymiş ama içindekileri sınırlamaya çalışırken biraz şişmiş gibi duruyor.Yani demek istiyor ki eğer parantez açacaksanız parantezin içine yazdıklarınız parantezi doldurmalı. Öyle boş beleş yazılar parantez içine yazılmaz. Eğer yazınız parantez açmak için yeterince iyi değilse o zaman ters parantez açabilirsiniz. )...( bu şekilde ve böylece parantezin içinin boş olduğunu ve içe doğru çöktüğü anlamını vermiş olursunuz. Peki niye böyle yapmıyoruz? Çünkü parantezin kavisinin anlamı içindeki yüzünden şişmesi değildir. Parantez içindeki yazıyı koruyan bir kalkandır. O kavis kalkanın kavisi. Eğer bir yazıyı parantez içine alırsanız onu diğer yazıdan ayırmış ve korumuş olursunuz. Neyden korursunuz peki kelimeleri? Kelimelerin korunmaya ihtiyacı var mıdır? Doğru cevap "evet" olacak. Kelimelerin korktuğu tek şey ön yargıdır ve parantezler de kelimeleri ön yargılardan korur. "Adam yazı yazmış ama burayı parantezle ayırmış demek ki buranın yazının öncesiyle o kadar da alakası yok" diye düşündürür parantez. Böylece içindeki kelimeleri ön yargıdan bir nebze de olsa korur. Eğer parantez açmadan önce iki nokta koyarsanız bu sefer gülen bir yüz elde edersiniz ki :( yok böyle değil bi dakka :) hah gülen bir yüz elde edersiniz ki bunun konumuzla alakası yok. Acaba bu gülücük olayına girmese miydim ama zaten bu bloğun nasıl bir yer olduğu az çok belli sonuçta roket yakıtı üretmiyoruz burada. (Hem zaten pişman olmak o kadar da kötü bir şey değil. En azından hatayı nerede yaptığınızı biliyorsunuz ya nerede hata yaptığınız hakkında hiçbir fikriniz olmasaydı? Bence keşke diyememek keşke demekten daha kötü ve yıkıcıdır. Sizce?)

Noktalama işaretleri: Soru İşareti

İyi günler,
Öncelikle söylemeliyim ki noktalama işaretleri ÖSS'deki birkaç soruyu çözmekten daha fazla işe yarar. Aslında biraz incelersek her birinin değişik anlamları olduğunu görebiliriz. Hepsini kısa kısa inceleyelim hadi. Noktadan başlayalım: Aslında nokta cümlenin sonuna konur niye noktadan başlayalım ki? Başka bir şeyden başlayalım soru işaretinden başlayalım mı? Başlayalım. Biraz bakarsak şekli diğerlerine kıyasla biraz garip. Diğer işaretler nokta ve çizgilerden oluşurken bu "?" önce yukarı çıkar gibi başlıyor sonra dönüyor, yuvarlak yapacak gibi geliyor ama sonra aşağı iniyor bi de nokta koymuşlar altına. Ünlem işaretinin biraz bozulmuş hali gibi de duruyor. Aslında soru sormanın nasıl bir eylem olduğunu anlatıyor bize soru işareti. Soru sormak bozmaya, deforme etmeye yönelik bir eylem değil midir? Soru sormak yıkıcıdır, soruların üzerine kurulmuş bir düzen yoktur ama soruların yıktığı düzenler bir sürüdür. Fakat soruları düzgün sormazsanız yıkılan siz olursunuz. Tehlikeli bir iş soru sormak o yüzden hayvanlar soru sormuyor. En azından ben hiç soru soran köpek görmedim. (Evet hayvanlar alemi sadece köpeklerden oluşmuyor ama diğer hayvanlar için de fark edeceğini düşünmüyorum.) En bozuk noktalama işaretinin soru işareti olma nedeni budur. Anlamına uygun bir işaret bence. Bir de "&" böyle bir şey var ama bu konu hakkında konuşmak istemiyorum. Ne biçim işaret yav o? 

Acı

Şimdi ingilizce bir laf var: "No pain no gain" diye. Konuya direk girdiğim için kendimi biraz garip hissettim keşke şöyle biraz giriş bölümü yazsaydım. Bildiğiniz üzere bu yazıyı tamamen yazdıktan sonra yayınlıyorum yani eğer gerçekten de pişman olsaydım bunları yazmak yerine giriş bölümü yazardım. O zaman niye pişmanım diyerek yalan söyledim? Bunu bilerek mi yaptım yoksa bilinçdışı etkiler yüzünden mi yazdım? Sizi kandırmak mı istedim? Yoksa pişman olmanın, üzgün olmanın bana sağlayacağı birtakım avantajlar mı var? Şimdi de çok fazla soru oldu. Neyse ben yazıyım siz cevapları çıkartırsınız yazıdan. Üzgün ya da mutlu olmak insana diğer insanlara karşı bir avantaj sağlıyor mu? Aslında çevrenize biraz bakarsanız mutsuz insanları mutlu insanlardan daha çok ciddiye aldığınızı fark edersiniz. "Gülme lan iki dakka ciddi ol" lafını günlük hayatta kullanıyoruz. Gülmek ciddiyetsizlik sayılıyor günümüzde. (Aslında gülmek biraz canice ve acımasızca bir eylemdir ama gülmenin tarihini başka bir yazıda daha detaylı işleyelim. Burda parantez içinde harcamayalım. Bu laflarımdan parantez içine yazdıklarımı harcanabilir, dandik yazılar olarak gördüğüm anlamı çıkabilir fakat bu doğru değil, yalan söyledim aslında bu yazıyı başka yere yazmak isteme nedenim parantez içinde harcanmayacak kadar değerli olması değil buraya yazmaya üşenmem ayrıca parantez çok uzun olunca konuyu takip etmek de zorlaşıyor ama bu benim değil okuyucunun sorunu. Belki de bu yüzden kimse okumuyordur yazdıklarımı. Keşke sorunlarınıza daha çok ilgi gösterseydim. Bu arada bayağı uzun oldu parantez. İyi de oldu.) Bununla paralel olarak da somurtmak ciddiyetin önemli bir göstergesi. Neden gülen bir insanın sözlerine gülmeyen birinin sözlerine kıyasla daha az önem veriyoruz? Ben biraz (Yaklaşık 5 dakika) düşündüm ve aklıma ölümden başka bir şey gelmedi. Sanıyorum ki bildiğimiz en ciddi durum ölüm ve ölüm de üzücü bir şey. Belki de beynimiz bir olgunun ciddiyetini onun ölüme olan yakınlığıyla ilişkilendiriyordur. Mutluluğu da ölümle bağdaştıramadığımız için mutlu, gülen insanları daha az ciddiye alıyoruzdur belki. Bana göre en ciddi insanlar ciddiyetsiz olanlar. Olayları ölümle kıyasladığımız vakit normalde önem verdiğimiz hiçbir şeyin önemli olmadığını fark etmiş oluruz. Bundan sonra onlara vereceğiniz önem ölümün değerini azaltır ve onu küçük düşürür. Mesela sınavdan aldığınız düşük not ile birinin ölümüne aynı gözyaşını dökmek yanlış değil mi? Tabii bunu gözyaşı ile sınırlamamak lazım ama sizin ana fikri kaptığınıza inanıyorum. Aslında bu kadar lafa gerek yoktu "Gerçek ciddiyet ciddiyeti hak etmeyen konulara ciddiyet göstermemektir." diyebilirdim ama çok fazla ciddiyet kelimesini içeriyor ve ben çok fazla ciddiyet kelimesini içeren cümleleri sevmiyorum. Kim sever ki zaten? Bu kadar giriş yeter ana konumuza dönelim: İngilizlerin bu sözü "Acı yoksa kazanç da yok" olarak çevrilebilir. Bizim atasözlerine bakarsak "Armut piş ağzıma düş" var. Bunu çevirmeye gerek yok Türkçe zaten. Demek istediğim şey yabancıların aksine bizim atalarımıza göre kazanmak için acı çekmeye gerek yok. Acı çekmek saygı duyulacak bir şey değildir. Acıyı yüceltmeyin. Gülün.

Filmler

Aklımda bir kaç tane film fikri var. Eğer ilerde film çekmeyi düşürseniz ve fikre ihtiyacınız olursa bunları kullanabilirsiniz.
1.) Dünyayı zombiler ele geçirecek. Bunun diğer filmlerden farkı bu sefer zombilerin gözünden göreceğiz. Etrafta dolanan et dönerlerin size saldırdığı ve öldürdüğü bir dünya düşünün. İşte zombiler de aynen böyle görüyorlar etrafı. Zombilerin iletişim yolu konuşma, işaret falan değil de koku olacak. Üzülünce, kızınca, sevinince farklı kokular yayarak iletişim kuruyorlar zombiler. Bu yüzden biz bu iletişimi anlamayıp onları beyinsiz mallar zannediyoruz yoksa annesi, kardeşi baltayla satırla öldürülen bir zombi çok üzülüyor, kızıyor ama biz anlamıyoruz koku değişikliğine dikkat etmediğimiz için. Alt yazılı olacak zombilerin konuşması. Belki bir zombi konuşmayı öğrenir, Belki bir zombi yaşayan bir kıza aşık olur onu tamamen yemeden zombiye dönüştürmeye çalışır falan. Ya da zombilerle insanlar( yürüyen et dönerler) arasında savaş çıkar. Tam zombiler yenilecekken esas oğlan ormandan zombi gergedanlarla çıkar ve dağıtır ortalığı. Çok düşünmedim oraları ama geliştirilebilir bir fikir bence.
2.) Savaş filmi olacak. İki taraf var. Bir taraf sihir kullanıyor öbür taraf bilim. Roketler fireball'lara karşı. f35'ler ejderhalara, bir taraf irade gücü ve zekayı kullanırken öbür taraf çalışkanlık ve azimi kullanıyor. Sonuçta sihir ve bilimin gelişme yolları farklı. Esas adam belki bu ikisini birleştirip dünyaya barış getirebilir. Ya da büyücüdür bizim adam. Bir dolu bilim adamı katletmiştir. Sonra birisi iftira atar ülkesinden kovulur, gider bilim falan öğrenir. En sonunda da başka bir boyuttan gözlerinden lazer atan gergedanlar çağırarak herkesi öldürür. Bir dolu senaryo çıkar aslında.
3.) Bizim dünyada geçiyor film. Tek fark var para yok. Ticaret malzemesi anılar. Ekmek mi alacaksınız. Gidiyorsunuz bakkala, 3. sınıfta Türkçe dersinden 5 aldığınız zaman yaşadığınız sevinci veriyorsunuz. araba mı alacaksınız, çok kolay sadece sevgilinizle ilk buluşmanızı veriyorsunuz. Verdiğiniz anıları komple unutuyorsunuz ya da o anıları düşünmek artık sizin için hiçbir şey ifade etmiyor. Bir meyvenin suyunu sıkınca posası kalır ya öyle işte. Ya da eti formun tatsız tuzsuz sunta gibi krakeri var ya onun gibi bir şey oluyor. Anıyı satın alan kişi mutlu oluyor artık. Sanki kendi yaşıyormuş gibi. Tabii bazı insanlar bir dolu anı posası yüzünden akli dengelerini kaybetmesinler diye, satılan anıları unutturma merkezlerine gidiyorlar. Memurlar falan sabah 8 akşam 5 sürekli eğleniyorlar. Çıkışta bir kısmını şirkete verip bir kısmını da kendileri alıyorlar maaş olarak. Belki Dram falan olabilir. Mesela kumar bağımlısı genç, anılarının çoğunu kaybediyor masada. Ölen annesiyle ilgili anılarını koyuyor masaya(Sevgilisi de olabilir ama anne sevgisi daha başka sanki.(2.bir parantez açıyım tam tersi de olabilir anne çocuğuyla ilgili anıları kaybeder falan neyse)). Onu da kaybediyor. Annesinin sesini, kokusunu, yüzünü unutuyor. Çok pişman oluyor. Bu anıların peşine düşmek istiyor ama maalesef ki meyve suyu geri meyveye dönüştürülemez. Filmin sonunda yaşadığı bunalımdan intihar eder belki. Ya da satılan şey iyi anılar değil de kötü anılar olur. Ekmek için, bakkalın küçükken kırılan oyuncağıyla ilgili, araba için satıcının sevdiği birinin ölümüyle ilgili anıyı alırsınız. Daha bir karanlık atmosfer olur o zaman. Daha çok konu çıkar buradan da sonra düşünürüz onları.
4.) Bir gün dünyadaki tüm kapılar bu kadar yeter deyip isyan çıkarıyor. Zor açılıp zor kapanıyorlar. Bir kısmı hiç açılmıyor. Sonra hepsini söküp yerlerine yenilerini takıyorlar. İsyan başarısız oluyor.
Aklıma gelirse yazarım gene. İyi akşamlar.

21 Mart 2015 Cumartesi

Bakteriler neden bizi öldürmek istiyor?

Hiç düşünmediniz mi bakteriler neden kendisinden birkaç trilyon kat büyük olan bir canlıyı öldürmeye bu kadar hevesli? Bence düşünmemişsinizdir, insanlar böyle konuları pek düşünmüyor, genelde sıkıcı bir hayatı tercih ediyorlar. Neyse konumuza dönelim, öncelikle besin piramidine niye bakteriler alınmaz biliyor musunuz? Çünkü bakterilerin gücüyle diğer canlıların gücünü kıyaslamak abes olur. Bakteriler her türlü döver diğer herhangi bir canlı türünü. Onları bu yarışa sokmamamızın nedeni bakterilere duyduğumuz saygı yüzünden. Aramızdaki güç farkı çok fazla ve zaten isteselerdi çoktan ölürdük demek ki bakteriler bizi öldürmek istemiyorlar. Muhtemelen bizi pek iplemiyorlar. İnsan o kadar da üstün bir varlık değil onların gözünde. Sonuçta 150.000 yılda anca bulabildik antibiyotikleri ve 5 senede adamlar (adamlar derken bakterileri kast ettim ama sanırım bunu siz de anlamıştınız ama amacım bilgi vermekten ziyade parantez açmaktı. Canım parantez açmak istedi uzun zamandır açmıyorum parantez. Bence herkes günde en azından 2(iki) tane parantez açmalı. Noktalama işaretleri arasında parantezin yeri ayrıdır bence. Bu arada noktalama işaretleri ayrı bir başlığı hak ediyor diye düşünüyorum. Muhtemelen yazacam ve muhtemelen kimse okumayacak :( hayırlısı artık.) direnç geliştirdi. Bu aslında büyük bir yenilgi ama pek fark edilmiyor nedense. Bakteriler bizi öldürmek istemiyor ama isteselerdi bunun nedeni antibiyotikler olmazdı kibrimiz olurdu bence, sonuçta burası onların dünyası.

20 Mart 2015 Cuma

10 adımda felsefe

12.) Sandalyeler

İyi bir felsefeci sandalyeler hakkında en azından 2-3 cümle kurabilmelidir. Sokrates şimdi yaşasaydı eminim ki "Sandalyeler mi? Dünyanın şu anki halini onlara borçlu olduğumuza hiç şüphe yok." derdi ama yaklaşık 2500 yıl önce yaşadığı için yüksek ihtimalle söylediği şey şuna benzeyecektir: " τοίναυρ νπίνα ύνο γκάφΠαγκράτι α γκάφα" Yunan olmasının da etkisi vardır tabii bu laflarda ama şimdilik bu konuyu bir kenara bırakalım. Bıraktık mı? Güzel, bilmeniz gereken başka bir şey ise sandalyeler 1. Dünya Savaşı'nın çıkmasını engellemişlerdir. "Yoo çıktı ki." demeden önce dinleyin bi dakka açıklayacam. Sandalyeler birinciyi engelledi, bizim 1. Dünya Savaşı dediğimiz aslında ikincisi, 2. de üçüncüsü. Yazık değil mi? Yazık bence, sonuçta yaptığımız işlerin bilinmesini isteriz sandalyeler niye istemesin ki? Yalnız sandalyeler akıllandı artık 4. Dünya Savaşı'nı çıktıktan sonra durduracaklar. Tahminimce bir gece hepimizi öldürecekler. "O zaman savaş çıkınca sandalyeleri evimden atarım." diyebilirsiniz ama diğer insanlar ölecek ve ben dünyadaki son insan olmanın ölmekten daha iyi olmadığını düşünüyorum. Yalnız insanları öldürerek savaş durdurmak da saçmaymış yav birinin bunu sandalyelere söylemesi lazım.

11 Mart 2015 Çarşamba

Riskler risk almak ve riskli davranışlar üzerine bir deneme

Bu sefer bir farklılık yapıp başlığı uzun yazdım. Çok garip bir duyguymuş uzun başlıkların altına yazı yazmak.(Aslında değil ama öyle yazasım geldi. Niye bilmiyorum.) Neyse bu başlık hakkındaki düşüncelerimi bir kenara bırakıp bu yazının esas amacından bahsetmeye başlayabiliriz. Esas amaç biraz fazla iddialı bir belirteç oldu sanırım. Bir tavuğun esas amacı nedir ki? Yok tavuk biraz karışık bir canlı daha basitten başlayalım. Hidrojenin esas amacı nedir ki? Bir bilinci olduğunu sanmıyorum hidrojenin o da fazla basit olmuş olabilir. Bakteriler nasıl? Sanırım bakteriler olabilir. Bir bakterinin esas amacı nedir ki? Tabii ki bu sorunun bir cevabı var ama bu cevabın verileceği yazı bu yazı değil, dolayısıyla yaklaşık 3 satır alakasız konulardan bahsettik, belki de bir çoğunuz "ne diyo bu" diyerek bıraktı okumayı, dolayısıyla ben böyle yaparak büyük bir risk almış oldum.(Hoop bağladım konuyu.) Neyse geyiği bırakıp konumuza dönelim. Risk almak kabaca oluşabilecek zarara rağmen bir davranışı gerçekleştirmek gibi bir şeydir. Bence bu kadar yeter bu konu için. Başka konulardan bahsedelim mi? Mesela balıklar ağlar mı? Her sene dalgalar yüzünden litrelerce su toprağa dökülüyor eğer bu toprağa karışan su yerine konmasaydı bir kaç senede denizlerin kuruması gerekirdi. Denizler kurumuyor çünkü balıklar dalgaların azalttığı su kadarını ağlayıp geri yerine koyuyor. Dolayısıyla balıklar ağlar. Bence ağlarlar yani.

26 Şubat 2015 Perşembe

10 adımda felsefe

11.) Sınırlar
Rehberimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. "Ama 10 adımda felsefe demiştin bu 11. adım böyle şey olur mu?" diye düşünüyor olabilirsiniz.(Bir oyun vardı Antichamber diye bulmacalı koşmalı falan garip bir oyundu. Oyunda geri sayım vardı. Süre bitincede "kendi saatine göre yaşa, başkalarınınkine göre değil." gibi bir şey diyordu. Güzel oyundu bence) Demek istediğim basit bir başlığın beni sınırlamasına izin vermeyeceğim. Başlıkta 10 adım yazması benim de 10 adım yazacağım anlamına gelmiyor. Bu böyle oldu ama bazı sınırları aşarsak da bu bizim zararımıza oluyor. Peki hangi sınırın aşılması hangisinin aşılmaması gerektiğini nasıl anlayacağız? Eğer yanınızda sınır aşabilen ufak canlılar varsa, örneğin küçük kardeşiniz ya da meraklı bir arkadaşınız olabilir, onları önden yollayıp bakın sorun olmazsa siz de gidersiniz. "Yoo dostum ben bunu yapamam" diyorsanız öncelikle bu şekilde konuşmayı bırakmanızı öneririm zira rahatsız ediyor. Diyelim ki yanınızda feda edilebilir bir şey yok o zaman ne yapacağız vaz mı geçeceğiz? Tabii ki hayır. O zaman bekleyeceğiz. Beklemek genelde sıkıcı bazen de acılı bir süreçtir ama birçok konuda işe yarar. Başka biri deneyene kadar beklersiniz sonra sonuca göre birtakım eylemler yaparsınız artık. Baktınız olmuyor o zaman sınırları yıkmak yerine yapmaya başlayabilirsiniz. Koyacağınız saçma sapan kurallar sınırları yıkmak kadar yapmanın da zevkli olduğunu size gösterir. Biraz düşünürseniz zaten sınır koymak ve sınır yıkmanın aynı şey olduğunu anlarsınız. 

23 Şubat 2015 Pazartesi

Kişisel gelişelim

Hedeflerinizi yüksek tutmak çok önemli bir şeydir. Kişisel gelişim kitaplarında falan da yazar hep "hedeflerinizi yüksek tutun, ağaca çıkacaksanız hedefiniz yıldızlar olsun, küçük denizde büyük balık olacağınıza büyük denizde büyük balık olun, eğer bir gergedan olacaksanız tüm sürüyü boynuzlamalısınız." gibi büyük hedeflerin öneminden bahseden bir sürü özlü söz bulabiliriz. Özlü sözler de garip, atasözü gibi ama adam sonuna ismini sıkıştırmış. Atasözü daha bir samimi bence. Adam hatırlanmayı umursamamış, sonuçta öldükten sonra hatırlansa ne olur hatırlanmasa ne olur? Hatırlanmanın ölülerin pek umrunda olduğunu sanmıyorum. Muhtemelen hiçbir şey umurlarında değildir ölülerin ama ölmeden emin olamayız ki hayatı da eğlenceli yapan şey bu. Biraz belirsizlik, tuz gibi bir şey. Birazı yaşamak için zaruri, daha fazlası yemeğe tat katar, çok fazlası acı olur. Bi de "Başlamak bitirmenin yarısıdır." diye bir söz var. (Kendi tahminimce bu söz aslında bir özlü sözdü sonra adam baktı çok saçma kendi ismini silmeyi bir şekilde başardı ve atasözü oldu.) Başlamak niye bitirmenin yarısı olsun. Başlamak önemlidir tamam ama %50 hak ettiğinden çok daha fazla bir oran. Çok garip sözler var ama konumuz bu değil. Peki konumuz nedir? Sanırım konumuz hedefleri büyük tutmak. İyi bir şey mi bu büyük hedefler? Büyük hedef ne demek ki zaten? Aya çıkmak büyük bir hedef miydi? Çıkanlar var demek ki o kadar büyük değilmiş. Neyse zaten insanı birtakım işler yapmaya iten güçlerin arasında mutluluğun yeri büyük, bu kadar önemli olmasına karşın birçok insan mutluluğa ulaşabilmiş değil. Muhtemelen kendilerinin değil de başkalarının mutluluklarına ulaşmaya çalıştıkları için böyle. Para da önemli tabii. Bu soğukta sokakta yatıyorsanız mutluluk size biraz uzak bence ama belli de olmaz. Şimdi fark ettim ben sürekli tahmini konuşuyorum. Kesin bir şey pek yok yazılarımda. Kesin bir şey söylemeyince de fikirlerim doğru ya da yanlış olmuyor. Fikir oluyor sadece. Bu şekilde yazmamın nedeni hiçbir zaman haksız duruma düşmek istememem mi yoksa kendimi kesin konuşacak kadar üstün görmemem mi bilmiyorum. Aslında biliyorum ama böyle deyince sanki daha bi güzel oldu. Son olarak bu yazıda bir şey eksik gibi ama ne olduğunu çözemedim. 

20 Şubat 2015 Cuma

Tekrar

3 ay önce başlığı atmış bırakmışım. Keşke ne yazmak istediğimi birkaç kelime bile olsa yazsaymışım. Beynime fazla mı güvenmişim yoksa üşenmiş miyim bilmiyorum. Hayırlısı artık. 

8 Şubat 2015 Pazar

11 Ocak 2015 Pazar

Sabun

Merhaba,
Sabunun köpürmesi hepimize çok basit bir olaymış gibi gelir. Esasında tüm bu olanların arkasında çok derin bir felsefe yatar. Bunu anlamak için önce sabunu anlamak gerekir. Sabunun varoluş amacı kiri yok etmektir.(Eğer kir olmasaydı sabun da olmazdı. Aslında sabunun yaptığı şey varoluş amacını yok etmektir. Bu açıdan bakınca oldukça nankör gözüküyor. Sabunlar nankör değildir ama bunu açıklamak baya uzun sürer o yüzden başka bir yazıda açıklarım.) Mesela bir bez kullanıldıkça kirlenir ve bir süre sonra kirletmeye başlar. Temizlik aracından mikrop yuvasına doğru dramatik bir dönüş yapar. Sabun ise kullanıldıkça azalır. Diğerleri yok olmaktansa kirlenmeyi yeğlerken sabun asil ve temiz bir yaşamı seçer. Ne kadar kullanılırsa kullanılsın hep temiz kalır. Tabii ki hep temiz kalmanın bedelini tükenerek öder. Burada kendimize şu soruyu sormamız gerekir; sabun gibi temiz kalıp tükenecek miyiz yoksa bez gibi tükenmektense kirlenmeyi mi seçeceğiz. Sonuçta yetişkin insanlarız, kirli bir hayat ile temiz bir ölüm arasında yapacağımız seçim bizim kararımız. Neyse sabuna dönelim. Peki bu sabunlar acınası hayatlarında hiç gün yüzü görmezler mi? Cevap maalesef ki görmezler. O halde neden bu şekilde yaşamaya devam ediyorlar? İşte köpük olayı burada devreye giriyor. Tüm ömürlerini çevrelerini düzeltmekle geçiren sabunlar yok olurken köpürürler. Asla bir bezin olamayacağı kadar özgür kalırlar. Sadece birkaç saniye de sürse o sırada tüm yüklerinden kurtulmuş bir şekilde gerçek huzuru hissederler. Sabunun rengi ne olursa olsun köpük saydamdır ve yine sabunun rengi ne olursa olsun köpüğün üstünde tüm renkler vardır. Aynı anda hem sıfır hem de sonsuz olmanın verdiği o mutluluk ve huzur ile sabunlar yok olup giderler. Sabunların bu hayatı seçmelerinin nedeni bu birkaç saniyelik muhteşem duyguyu hissetmektir. Belki de tüm hayatlarını kötülükle savaşmaya harcayan sabunların yaptıklarının karşılığı olarak verilmiştir bu köpükler ama gerçeğin ne olduğun kim bilir? Bilebileceğimiz tek şey sabun olmayı mı yoksa bez olmayı mı seçtiğimizdir.

10 adımda felsefe

17.) Adımları hızlandırmak Küçükken bir hikaye okumuştum. Adamın biri at arabasını elma ile doldurmuş, yolda gidiyormuş. Bir süre ilerledikt...