3 Aralık 2014 Çarşamba

Küp şeker

Merhaba,
Küp şekeri nasıl küp şeker haline getiriyorlar biliyor musunuz? Şeker tanelerinin bir araya nasıl geldiğini öğrenmek rakiplerinizden bir adım(büyük bir adım) daha önde olmanızı sağlayacaktır. Biraz araştırırsanız şuna benzer bir açıklama görürsünüz " şekeri biraz suyla ıslatıp presliyorlar küp şeker oluyor." ama bu iş bu kadar basit değildir. Öncelikle şekeri ikna etmeniz gerekir. Şeker taneleri birbirlerini hiç sevmez. Toz şekeri koyun bir kaba bekleyin 10-20 sene yine aynı toz şeker olarak kalır, aralarında hiçbir muhabbet, espri, hareket falan olmaz. Niye? Çünkü sevmiyorlar birbirlerini. Özgürlüklerinin kısıtlanmasını istemiyorlar. Bağlanmaktan korkuyorlar. Her biri tek başına hareket etmek ister şeker tanelerinin. Suya atınca direk dağılıp gitmelerinin nedeni bu özgürlük sevdasıdır. Toz şekerin sınırlarından kurtulma mücadelesine biz çözünme adını vermişiz. Siz hiç kendi bedeninizden kurtulmak istediniz mi? Toz şekerler istiyorlar. Madem birbirlerini sevmiyorlar ve özgürlüklerine bu kadar düşkünler nasıl küp şeker olmaya ikna edebildik bunları? Nasıl yendiler korkularını? Nasıl vazgeçtiler en büyük sevdalarından? Bilmiyorum, mutfakta bir iki tanesine de sordum söylemediler. Eğer bilseydik insanları korkularından ve isteklerinden vazgeçirip onları tek bir hedefe yöneltebilirdik. Zaten bu sırrı bilenler Dünyayı değiştirdiler ve değiştirmeye devam ediyorlar. Nazım Hikmet de küp şekerin içinde sakladığı gücü biliyordu ve bir şiirinde bundan bahsetmişti. "Yaşamak toz şeker gibi tek ve hür ve küp şeker gibi kardeşçesine" Tabii birtakım insanlar bu şiiri sonradan değiştirdiler orman ağaç mağaç yaptılar. Şiirin gerçeği böyledir. Eğer küp şekerlerin sırrını çözerseniz ileride gerçekten büyük işler başaracaksınız demektir. Bence. (Bi deneyin heri olur mu olur.)
İyi günler.

28 Kasım 2014 Cuma

Et ve kalem

İnsan ölümlü olduğuna göre insanların asıl amacı kendi doğalarına karşı gelip değişmeyecek ve yok olmayacak bir şey yaratmak mı yoksa kendilerine benzeyen değişip yok olan bir şeyler oluşturmak mı? Aslında esas sormak istediğim insan kendi benzerini mi yapmaya çalışır yoksa kendinde olmayanı mı? Bu da bizi esas soruya yönlendiriyor: Resim mi yoksa tavuk döner mi? Resim yaparak kendi doğamıza karşı gelme pahasına sonsuzluğu hedeflemek mi daha iyi yoksa yazgımızla barışıp bizim gibi çürüyüp gidecek olan bir tavuk döner mi yapmak lazım? O zaman insanları amaçları bakımından ikiye ayırabiliriz: Sonsuzu arayanlar ve tavuk dönerciler(İkinci grubun adı biraz daha samimi oldu evet.) Hangisi haklı? Kalıcı bir iz bırakma arzusu sanıyorum ki diğer insanlarda da vardır ama zaman aşındırıyor her şeyi. Dolayısıyla biraz zor. (Bayağı zor aslında.) Ya da ölüme meydan okumayı bırakabiliriz. Kalemleri kıralım kağıdı da yakalım mı? Tüm okulları kapatıp dönerci mi açalım? Yok öyle yapmayalım ama amacımız değişmeyen eserler bırakmak olmasın. Resim yaparken bunu ölümsüz bir eser bırakma amacıyla yapmayalım. Ölümle barışalım ve yok olurken mutlu olalım. Kaydıraktan kayar gibi.(Bi yerlerde açıklamıştım kaydırak, kaybederken sevinmek falan filan aynı şeyleri yazmayım buraya bir daha. İki dakka arayın bulursunuz.) Öte yandan madem ki doğamıza karşı çıkmayacağız bu beyin bizde niye var? İnsan zaten bugünlere doğasıyla savaşarak gelmiştir. Doğaya göre ortalama ömrümüzün 20-30 sene olması gerekiyordu aslında ama biz çalışıp bu sınırı aştık. İçgüdülerimiz bizi karanlığa çekmeye çalışan prangalar mı yoksa aydınlığa ulaştıracak olan ip mi? 

21 Kasım 2014 Cuma

10 adımda felsefe

10.) Hata yapmak.
Merakla devamını beklediğiniz bu yazı dizisinin son yazısıyla karşınızdayım.Hayır hayır silin gözünüzdeki yaşları bugün üzülme günü değildir. Bugün kutlama yapmalıyız, hadi bağırın çağırın ve sevincinizi haykırın ben de bu arada daha abartısız yazı girişleri hakkında çalışıyım. Neyse...
Yaklaşık 4000 yıldır aramızda olan bilgisayarların yaşantımıza verdiği ama bizim tam fark edemediğimiz zararları burada açıklamaya çalışacağım.(Amacım bu ama eğer bu blogtaki başka yazıları da okuduysanız bir yazının amacından sapabileceğinin farkına varmışsınızdır. Neyse ilk parantezi daha fazla uzatmayım.) Bilgisayarlar bizi çok önemli bir konuda kandırıyorlar. Hata yapma konusunda. Peki nasıl oluyor bu? Bilgisayarda yazı yazarken, oyun oynarken falan herhangi bir yanlış yaptığımızda bilgisayar bu yanlışı geride iz bırakmayacak şekilde düzeltme imkanı sağlıyor. Lisede yıllık ödev yaparken hoca eğer elinizle yazın dediyse yaptığınız tek bir hata tüm kağıdın boşa gitmesine neden olurdu oysa bilgisayarda bir yazım yanlışı yapınca hemen düzeltme imkanımız var. Bölüm sonu canavarı kafanıza varil mi fırlattı? Hemen bir önceki saveden devam edin sanki hiçbir şey olmamış gibi. Buradaki sorunu anlayabiliyorsunuz değil mi? Bilgisayarlar bize hatalarımızın iz bırakacağını unutturdu. Yeni nesil gerçek hayatta ctrl z tuşunun olmadığını fark ettiğinde çok geç olacak. Peki bundan nasıl kurtulacağız? Benim de pek bir fikrim yok ama gecenin insana hatalarını hatırlatma gibi bir ek özelliği var. Geceleyin biraz düşününce üzülmek hiç de zor değil. Neyse bu on adımı da gerçekleştirirseniz hayatınıza felsefeci olarak devam edebilirsiniz. Okuyanlardan(ki olduklarından da emin değilim) geri bildirim beklemek biraz fazla iyimserlik olacağından ben bu rehberin en süper felsefeci rehberi olduğunu düşünerek uyuyacağım. Esas mesele bu değil zaten. Bu arada bilgisayarlar 4000 yıldır aramızda derken abaküsü de hesaba kattım. Sonuçta bilgisayarın atası abaküstür ve hakkını yemek doğru olmaz. İstanbul 80 yıldır bizim demiyoruz 600 yıldır bizim diyoruz. Onun gibi bu da.

11 Kasım 2014 Salı

10 adımda felsefe

9.) Sükûnet

İyi bir felsefeci olmak istiyorsanız ne zaman ve nasıl sakin kalınır öğrenmelisiniz zira öfke dediğimiz duygu beyin gücü ile kas gücünü değiş tokuş etme işlemidir ve bire bir ve silahsız kavgalar dışında hiçbir işe yaramaz. Az önce tanımladığım kavgalarda da bazen işe yarar ama nasıl adam dövülür başka bir yazının konusu (Ne zaman şu başka bir yazının konusu desem o konudan bir daha bahsetmediğimi fark ettim. Neyse bu da başka bir yazının konusu olsun. Yok yok olmasın ya da olsun yav. Olsun olsun.) Öncelikle biraz tarihsel gelişimimize bakalım ki öfke ve sükûnet hakkında biraz daha fikir sahibi olalım. Dünyadaki en üstün türlerden biri olmamızı çok dandik başlamamıza borçluyuz. (Ben birinciliği karıncalara kaptırmış olabileceğimizden şüpheleniyorum. Toplam ağırlıklarımız eşitmiş ama. Kapışsak biz alırız gibi ama belli de olmaz. Temkinli olmak lazım.) Eğer büyük dişlerimiz ya da güçlü bacaklarımız falan olsaydı onlarla avlanacaktık ve bugün büyük dişli ama beyinsiz olarak hayatımıza devam edecektik. (Aslında beyinli insanların yaptıklarını görünce belki beyinsiz olsak daha iyi olurdu diye düşünebilirsiniz ama şunu unutmayın beyinsiz olsaydık tavuk döner yiyemezdik.) ama bizde böyle şeyler yoktu. Bizim de bu eksik yönümüzü kapatmamız gerekiyordu. Beyin kapasitemizin artmasının nedeni budur aslında. İkinci ve daha büyük olan ihtimal tarih sahnesine daha çıkmadan bir köşede soyumuzun tükenmesiydi ama şansımıza olmamış öyle. Neyse öfke demek içgüdüsel hareket demektir ama binlerce yıldır biz içgüdülerimizle değil beynimizle hayatta kaldığımız için şimdi içgüdülerimize başvurmak pek de iyi bir seçim değil. Bu sıkıcı kısımları geçelim daha sıkıcı kısımlar var onlara geleyim ya da boş verin öfkeyi falan. Zaten bir yazıyı okuyarak öfkenizden kurtulabilseydiniz etrafta sinirli adam kalmazdı. Bünyeyle alakalı demek ki. Şimdi aklıma geldi insan ve bedenin sınırları biraz bulanık. Mesela adamın böbreğini çıkarsak yine aynı adam oluyor ama beyninin ön kısmını çıkarsak çok pislik, ahlaksız bi şey olur o adam. Biz beyin miyiz yoksa beyni yöneten miyiz? "O zaman beyni yöneten dediğimiz şey ne kim yönetiyor beynimizi?" diye bir soru sorulabilir. Cevap: Gergedanlar. Zaten o kadar beyine rağmen ineklerden daha az iz bırakıyoruz şu dünyaya bizi gergedanlar yönetse ne çıkar?

6 Kasım 2014 Perşembe

Nasıl kişisel gelişelim 2?

Çok güzel fikirlerim var ve bunlar sayesinde çok güzel şeyler olacak bence, olmayabilir de ama bi deneyelim. İstekler ve sonuçların uyuşmaması tarihte sıkça karşılaşılan bir olgu sonuçta. Osmanlı Devleti'nin topları tasarlaması bunun çok güzel bir örneğidir: Bu konuda tarihçiler 2(iki) teori üzerinde yoğunlaşıyor. Birincisi topların aslında iletişim aracı olduğu şeklinde, mesajı topa yazıp atıyorlar böylece mesaj güvercinden daha hızlı bir şekilde yerine ulaşmış oluyordu. İkinci teori de iletişim üzerine. Bu teori topların esasen, surlarda elçilerin geçebileceği kadar delik açma amacıyla yapıldığıydı. Böylece içeri sokulan elçiler mesajlarını hızlı bir şekilde iletiyorlardı. Kapılarda falan çok sıra oluyormuş o zamanlar. Neyse demek istediğim şey amaç ve sonuç bambaşka olabilir ve bu gayet normal bir şey. Rehberimize dönersek: Kendini bilmekten bahsetmiştim ilk bölümde ondan devam edeyim biraz daha sonra ikinci bölüme falan geçerim. Şimdi kendini bilmek önemli tamam ama esas mesele "kendini bilmek ne demektir?" sorusuna cevap bulmak. Burada Jerasmus Usta'nın bir sözünü paylaşmak istiyorum. " İlaç ile zehrin arasındaki fark dozudur." (İngilizcesini bulamadım. Bulsam onu yazardım ve anında bu yazı daha iyi hale gelirdi.)Kendisi çağında anlaşılamamış bir cerrahtır. (Hayatını Calradia bozkırlarında oradan buraya koşup adam ameliyat ederek geçirmiştir.) Neyse, şimdi kendini bilmek demek insanın yapmak istediği şeylerin farkında olması, ne istediğini bilmesi değildir. Bu yarımdır, pek işe yaramaz. Bilmek yetmez istediklerini almaya çalışması gerekir. Sadece bilmek zarar verir. Mesela yazar olmak istediğiniz halde bu mühendis olduysanız ve çeşitli sebeplerden ötürü(geçim kaygısı, arkadaş çevresi, el alem ne der falan) yazar olmak için çabalamazsanız her gün bir öncekinden daha kötü hale gelir. Tükenme hızınıza siz bile şaşırırsınız. Demek istediğim kendinizi tanıyacaksanız tam yapın bu işi. Eğer istekleriniz için çalışmayacaksanız boş verin heri, bu haliniz daha iyi olur. Eğer bu yazıyı da okuduysanız artık hazırsınız. Hadi şimdi gidin ve kendinize inanın. Evrenden gelen pozitif enerjiyi tepe tepe kullanın. Unutmayın ki içinizde ihtiyacınız olandan fazlası var, ikinci bir böbrek, bir kaç metre bağırsak belki biraz da karaciğer.
İyi akşamlar.

Nasıl kişisel gelişelim?

Merhabalar,
Bugün yepyeni bir rehber ile karşınıza çıkmak istiyordum ama aklıma pek bir şey gelmedi o yüzden ben de kişisel gelişim rehberi hazırladım. Biraz eski ve çok kullanılmış bir konu olabilir ama bu konuda yazmak gerçekten çok kolay. Rehberden biraz bahsedeyim öncelikle; Burayı okuduktan sonra  içtenlikle "Ben bugün kişisel geliştim" diyebileceksiniz, bu rehber sayesinde dışarısının size dayattığı tüm o ağır yüklerinizi atacaksınız ve adeta süper bir insan olacaksınız.(süper biraz fazla iddialı oldu ama olsun bu rehberden sonra ufak tefek kelimelere pek takılmayacaksınız.) Artık siz geçmişinizden değil o sizden korkacak, eski hatalarınız adeta cüzzamlıymışsınız gibi sizden kaçacak. Bunları kim istemez? Neyse bu kadar giriş yeter

Birinci Bölüm: Kendini bilmek.
Arkadaşlar üzülerek söylemeliyim ki kendini bilmeyen bir adamdan hiç bir şey olmaz. Eğer huzur istiyorsanız öncelikle kendinizi iyice tanımalısınız. Bu konuda filozof Dak'kon şu sözleri sarf etmiştir: "When a mind does not know itself, it is flawed. When a mind is flawed, the man is flawed. When a man is flawed, that which he touches is flawed. It is said that what a flawed man sees, his hands make broken." Aslında buraya Türkçesini de yazabilirdim ve anlamında bir eksiklik olmazdı ama yapmadım. Zira öyle yapsaydım hava atamazdım. Neyse İngilizce bilgimi size gösterdiğime göre devam edebiliriz konumuza. Eğer bir insan hakkında fikir edinmek istiyorsanız onun hayallerini öğrenmelisiniz. İnsanın değeri hayallerinin değerine eşittir. Bu nedenle kendinizi tanımak istiyorsanız hayallerinize bakın. Mesela hayaliniz bu okulu bitirmek ise üzülerek söylemeliyim okul bitince siz de biteceksiniz. Mezuniyet töreninizde diplomanızı alan kişi siz olmayacaksınız. i7 işlemcili bilgisayarda solitaire(yazılışına google'dan baktım. Sadece belirtmek istedim yoksa önemli bir parantez değil bu okumasanız da olurdu ama sanıyorum ki okudunuz artık. Neyse sağlık olsun.) oynamak gibi bir şey olur bu yapmayın etmeyin. Başka bir örneğe geçelim: Eğer hayaliniz böbrekse; ileriki yaşamınızı düşününce hayalinizde canlanan imge havada süzülen bir çift böbrek oluyorsa lütfen çıkın gidin bu blogtan. Öyle hayal mi olur olm? Sinirden elim ayağım titriyor şuanda. Çıkmayın karşıma lütfen, imkanım olursa kalbinizi ve bir kolunuzu kırarım. Neyse bu kadar yeter şimdilik. Bu arada ben İngilizce biliyorum yukarıdaki İngilizce alıntıdan anlaşıldığı üzere. Belki gözünüzden kaçmıştır hatırlatayım dedim.

Mükemmellik

Mükemmel olmak, kusursuz olmak, en iyiye ulaşma arzusu gibi kelime gruplarını görmüşsünüzdür. Kafanızın içinden geçmiştir belki bu düşünceler. Belki de... aslında belki çok güzel bir kelime. Başına geldiği her cümleyi doğru yapıyor gariptir. Biraz da risk almak istemeyenlerin kelimesi belki. Belki ile başlayan cümleler yanlışlanabilirliklerini kaybediyorlar ki bu da bazı insanlar için iyi bir şey. Yanlışlanabilirlik ne biçim bir kelimeyse artık, Neyse demek istediğim bazı insanlar hiçbir şeyi kaybetmeyi sevmiyor ama bu konuda benim yapabileceğim bir şey yok. Konumuza dönersek mükemmele ulaşmak isteyen, kusursuzluğun peşinde koşan bir sürü insan var. Peki bu gerçekten bu kadar iyi mi? Sanılanın aksine, kusursuzluk iyi bir şey değildir. Hatta bayağı kötü bir şeydir. Peki neden böyle? Mükemmellik nedir? Bir konuda ulaşabileceğiniz en üst nokta demektir. Daha ötesi yoktur, düzeltilecek herhangi bir kusura kalmamıştır. Öğrenebileceğiniz her şeyi öğrenmişsinizdir. Mükemmele ulaştıktan sonra ne olacak? Gidilecek bir nokta kalmıyor. Daha sonra yapacağınız tek şey orada durmak olur ama durmak doğamıza ters. Biz avcı canlılarız hareket doğamızda var. ( Aslında avcı değil de av olsaydık da durmak doğamıza ters olurdu. Onu geçtim bitkiler bile hareket ediyor. Hareketsizlik canlılıkla bağdaşmayan bir şey demek ki. Neyse) Yerdeki taşlar bile atom bazında hareket ediyorken durağanlığın peşinden koşmak ne derece doğru? Mükemmellik çıkılan bir zirve değil düşülen bir çukurdur. Geri dönüşü yoktur. Oyun oynarken anlarım tamam oyunun her şeyini bitireyim, herkesi kesiyim, en yüksek levele çıkıyım falan olur. O oyunu bitirirsin öbürüne başlarsın ama gerçek hayatta mükemmele ulaşınca ne olacak? Yeni bir hayata başlama ihtimali pek yakın gözükmüyor. " Şimdi benim hedefim mükemmel olmak olursa yapabileceklerimin en iyisini yaparım. Zaten kimse mükemmel olamaz. Dolayısıyla söylediklerin malca" diyebilirsiniz. Malca kısmıyla ilgili görüşlerimi daha önceki yazılardan birinde belirtmiştim o kısmı görmezden gelirsek. Evet şuanda mükemmel olmak imkansız görülüyor olabilir. 100 sene önce de bir insanın kalbini başka bir insana takmak imkansızdı. Okyanus ötesindeki insanlarla konuşmak da öyle. Demir kuşlara binip Dünya'yı terk etmek de imkansız şeyler arasındaydı. Neyse demek istediğim insanlar yeterince çalışınca ne kadar imkansız görünürse gözüksün hedeflerine ulaşıyorlar. O yüzden mükemmelliği isterseniz bir gün ona ulaşabilirsiniz ve yapabileceğiniz tek şey düştüğünüz bu çukurda ölümü beklemek olur, o da ne zaman gelirse artık.

3 Kasım 2014 Pazartesi

Su neden 100 derecede kaynar?

 Öncelikle kaynamak nedir onu bilmemiz gerekir. Aksi halde yapacağımız tüm yorumlar, bir dayanağı olmadığı için, aynı temeli olmayan bir bina gibi yıkılacaktır. (Burada; "Dünya'nın da bir dayanağı yok ama o düşmüyor. Düşüncelere yerçekimi işlemez." Demeyin düşüncelere kurşun işlemez diyodu v for vendettadaki adam ama öldü işliyomuş demek ki. Ayrıca yerçekimi dediğimiz şey atomların birbirlerine olan kavuşma özlemlerini dışa vurma biçimidir. Aslında düşüncelere yerçekimi de işler taş da işler. Birisinin kafasına taş atın ve sizin hakkınızdaki düşüncelerinin saniyeler içinde nasıl değiştiğini görün. Kısaca düşünceler fiziksel dünyadan bağımsız ele alınamaz.) Evet kaynama dediğimiz eylem su moleküllerinin sıvı halden gaz haline topluca geçmesidir. Buradaki esas kelime topluca. Su hep buharlaşır ama bu eylemi topluca gerçekleştirdiği zaman farklı şeyler oluyor. Peki niye böyle? suyun kaynamasının asıl nedeni okyanusa kavuşmaktır. Suların asıl vatanı okyanuslardır ve her su molekülü okyanusa kavuşmak ister. Zaten buharlaşmıyorlar mı? Ne gerek var kaynamaya demeyin. Su molekülleri esasında ikiye ayılır. Buharlaşanlar ve kaynayanlar. Buharlaşanlar gerekli enerjiyi diğer moleküllerden alıp biran önce okyanusa ulaşmayı hedeflerler. Kendi çıkarları için diğerlerini ezmek onlar için önemsizdir. Kaynayanlar ise diğer moleküllerin enerjisini çalmak istemezler. Onlar da kendi çıkarlarını düşünür ama bunu diğerlerine zarar vermek pahasına yapmazlar. Anlayışlıdırlar bi miktar. Hep beraber okyanusa ulaşırlar. Bu arada buharlaşan su moleküllerinin hiç biri okyanusa ulaşamaz. Okyanus onları kabul etmez. Yer altına gider buharlaşanlar. Sonra biz yer altından çıkarıp içeriz, çay falan yaparız. Bu tür şeyler su molekülleri için büyük travmalardır. Zaten bunlar hiçbir zaman okyanusa kavuşamayacaklardır. Birbirine karışmayan denizlerin asıl nedeni budur. Buharlaşan hainleri kabul etmez hiç kimse. Bence acımayın onlara. Onlar kimseye acımadıkları için bu haldeler.

29 Ekim 2014 Çarşamba

Acı biberler

Genelde yazı yazarken neyi yazmak istediğime dair bir fikrim olur ve o çerçevede bir şeyler sallarım. Hani suyun donması için de toz tanesi gerekiyor ilk onun etrafında oluşuyor buz kristalleri ya onun gibi. Eğer su soğurken etrafında donacağı bir toz tanesi bulamazsa donma sıcaklığının altında sıvı halde kalabilir ama herhangi bir dış etki olunca birden donar. "Supercooling" deniyormuş İngilizcesine Türkçesini bulamadım. Google'dan bakın işte benim anlatmama gerek yok. Neyse ben de yazı yazarken böyle oluyordu. Bir fikir ve onun çevresinde toplanan cümle grubundan ibaretti ama bu sefer hazırda bir fikrim yok. Peki bunları niye anlatıyorum? Aslında buna benzer bi sürü soruyu cevaplamış olmam lazım önceki yazılarda şimdi tekrar burada aynı şeyleri yazmak sıkıcı olur. Peki acı biberlerin bunlarla ne alakası var? (Yok) Öncelikle meyvelerin amacını anlamamız gerekiyor. Meyveler ağaçların tohumlarını dağıtsınlar diye hayvanlara verdikleri rüşvetten ibarettir. "Eğer sen tohumlarımı dağıtırsan meyve yeyip doyabilirsin yok tohumu yemeye çalışırsan zehirlerim" der ağaçlar bize. O yüzden meyveler besleyiciyken tohumlar zehirlidir. Mesela kayısı çekirdeğinde falan siyanür var ve küçük çocuklar fazlaca kayısı çekirdeği yerse zehirlenebiliyor.  Ödül ve cezaya dayalı bir sistem kısaca. Ödül-ceza sistemi çok ilkel bir sistem ve bu da ne kadar güçlü olduğunu kanıtlıyor. İlkellik güçtür arkadaşlar. Zaten ilkel demek eski Türkçede "Zamanın çürütemediği" anlamına gelmektedir. (Tamam şimdi uydurdum ama olsa ne güzel olurdu.) Dünyadaki canlılar oluşurken bir sürü değişimden geçmiştir. İşte önce oksijensiz solunum sonra mantarlar falan iyice ürüyor, kambriyen patlaması falan filan o kısımlar uzun. Tüm bunlar niye olmuş? Dünyaya uyum sağlayabilmek için. Bunlar olurken ödül-ceza sistemi hep vardı çünkü çok mükemmel bir şey bu ödül-ceza şeysi. Biberlere geri dönelim. Madem ki meyveler rüşvet biber niye acı? Rüşvet olarak dayak atan bir insan gördünüz mü? Biberler böyle yapıyor ama. Niye? Biber acı olursa onu yiyemeyiz. O zaman da tohumları etrafa yayamayız ve biberlerin soyu tükenir. Demek ki biberler intihar ediyorlar. Bizim gibi hareket kabiliyetine sahip olmadıkları için onların intiharı daha yavaş ve acılı bir ölüm. Neden intihar ediyorlar? Bitkiler iyi canlılar değiller. Dünyada köle olan canlılar biziz. Doğacı adamlar hep diyor ya "Bölye devam ederse dünyanın sonunu getireceğiz. Doğayı öldüreceğiz". Aslında yok ettiğimiz tek tür kendi türümüz. Bitkiler bizden çok sonra bile yaşamaya devam edecek. Doğayı değil kendimizi öldürüyoruz. Doğa-insan arasındaki sahip-köle ilişkisini tersine anlıyoruz. Köle olan biziz ve fark etmiyoruz. Oksijen, su, yemek daha bir sürü bağımlılığımız var. Ağaçlarsız karşılayamayacağımız tüm ihtiyaçlarımız bizim zincirlerimiz ve bunlardan zevk almaya başladık. Hayvanlar da bizim gibi ama bizim farkımız bunları fark edebilmemiz ya da fark edebilme ihtimalimiz diyelim. Peki hangisi daha iyi? Cehalet mutluluktur diyen insanlar var. Bence saçmalıyorlar. Cahillik her şeyi kısıtlar. Cahillerin mutlulukları -5 ile +5 arasındaysa Bilgililerin mutluluk aralığı -15 ile +50 falandır.(Sanki sayı vermeseydim daha güzel olurdu ama böyle kalsın şimdilik.) Cahil adamın en mutlu anı bile yeterince mutlu değildir. Bi de bu cümlenin devamı bana göre "Cehalet mutluluktur ama ben mutsuzum çünkü ben çok zekiyim." olarak gidiyor genelde. Adam kendi sosyal yetenek yoksunluğunu zeka olarak görmeye meyilli. "Zeki adamlar mutsuz oluyormuş" gibi cümleleri de sevmiyorum aynı nedenlerden dolayı. Hem ben mutluyum o zaman aptal mıyım? Mutluluk zekanın bir kriteri değildir bence, çevrenle olan uyumunla ilgilidir. Sonuç olarak ana fikir olmadan yazmaya başladığım bu yazıda bir sürü konuya atladım. Aslında tüm bunların ayrı bir yazı olması gerekirdi ama ben ısırıp bırakmış oldum bunları. Umuyorum ki hepsini ayrı ayrı irdelerim. Zaten okuyan yok o kadar problem olmaz.

18 Ekim 2014 Cumartesi

Parklar

Çocuk parklarının gerçek yüzünü görmeye hazır mısınız? (Yazıya böyle soruyla girince daha bir ciddi oluyor bence. Öbür yandan iddialı da oluyor biraz. Keşke olmasaydı öyle.) Bildiğiniz gibi her parkta olan birkaç alet var. Bunlar kaydırak, salıncak ve tahterevalli. Bu listede tahterevalli direk dikkatimizi çekiyor. İnsan niye yukarı aşağı giden bir oyuncağa tahterevalli gibi uzun ve alakasız bir isim verir? Konumuz bu değil ama dağılmayalım. Bu 3'ünün tüm parklarda olması tesadüf değil. Hepsinin verdiği bir mesaj var. Sırayla inceleyelim bunları: Peki hangi sırayla inceleyelim?  ilk olarak kaydırak, kaymak için öncelikle yukarı çıkmanız lazım. Kendinizi taşıyarak belirli bir yere varmalısınız. Sonra merdivenlerden çıkarak kazandığınız potansiyel enerjiyi kayarak eğlenceye dönüştürürsünüz. Eğer kaydırak biraz yukarıda bitiyorsa düşme ihtimaliniz var. Kenarlardan tutunursanız bu ihtimal ortadan kalkıyor ama, o yüzden sorun yok. Peki bu basit aletin bize vermek istediği mesaj nedir? Gerçek hayatta çalışarak bir yerlere ulaşmaya çalışıyoruz. Sürekli daha yukarıya sürekli daha ileriye gitmeye çabalıyoruz. Ne kadar yükselirsek o kadar mutlu olacağımızı düşünüyoruz ama belki hayat da kaydırak gibidir. Belki de zevkli olan çıkmak değil inmektir.  Esas mesele kaybederken de gülebilmektir belki. Kaydıraklar mutluluğa para, mal, mülk, mevki gibi şeyleri kazanırken değil de kaybederken ulaşabileceğimizi fısıldıyor onu duyan kulaklara. Parktayken anneniz "hadi gidiyoruz." diyene kadar kaydırağın tepesinde oturup sahip olduğunuz gücün tadını çıkarabilirsiniz. Zevkli olur mu bilmem ama. Ben daha öyle yapan bir çocuk görmedim. Gerçek hayatta da "hadi gidiyoruz." lafını duymadan kaymak lazım bence, en azından bir kere. Bir de ne kadar az da olsa kayarken hep düşme ihtimaliniz var. Bundan çekiniyorsanız kenarlardan tutunup yavaşça kayabilirsiniz ya da hiç kaymazsınız. Kaymazsanız düşmezsiniz de. Risk yoksa acı da yok, ama bu sefer de eğlenemezsiniz. Yani risk yoksa eğlence de yok. Bu ikisini birleştirirsek; "Acı yoksa eğlence de yok." Mutlu olmak istiyorsanız biraz acı çekmeniz lazım. Ben demiyorum kaydıraklar diyor bunları. Dışarıdan bakınca pek de bir şeye benzemiyorlardı aslında ama tam öyle değilmiş.

21 Eylül 2014 Pazar

İnekler hakkında bir yazı dizisi

Başlık çok açık oldu bu nedenle benim de açıklamama gerek kalmadı. Eğer tek vasfım yazıların başlıklarını açıklamak olsaydı bu durum benim için kötü olurdu çünkü yapacak hiçbir işim kalmazdı. İnsanın yapacak işi kalmayınca tatillerin anlamı da kalmıyor. Sınavdan önceki gün bilgisayar oynamakla sonraki gün oynamak çok farklı ama konumuz inekler. Dünyadaki inek sayısı 1.3 milyar koyun sayısı 1.2 milyar. İnsanlardan önce inek ve koyunlar bu kadar çok muydu? İnsanlardan önce onları yırtıcı hayvanlardan koruyan ve üremelerini sağlayan birileri var mıydı? Bir kilo dana eti için 10.000 litreden fazla su harcanıyor. Sular gittikçe azalırken biz hala tonlarca suyu öküz ve ineklere harcamaya devam ediyoruz. Yılda binlerce insan susuzluktan ölürken biz hala inekleri beslemeye devam ediyoruz. Bizim yaşamamız için onların ölmesi gerekmiyor muydu? Neden su gibi hayati bir kaynağı kendimizden çok ineklere harcıyoruz? Dünyanın hakimi kim?( O değil de 10 ton su da çok yav 1 kilo et için.) İnekler farklı bir yöntem seçmiş hayatta kalmak için. "Bireysel yok oluş kitlesel kurtuluş" denilen bu hayat tarzı bireylerin kendilerini feda ederek ırklarını kurtarmalarına dayanıyor. İç mekanizması hala açıklanamadığı için "İdiyopatik kitlesel kalkınma" olarak da adlandırılıyor. Sürekli öldürdüğümüz ineklerin sayısının artmasının nedeni budur. (Evet biraz uydurma gözüküyor  ama depresyondaki adama verem ilacı vermek de saçmaydı ve işe yaramıştı.) Peki kandırıldığımızı ne zaman fark edeceğiz? Böyle giderse çok geçmeden yok olacağız ve biz bu dünyadan yok olduğumuz zaman inekler hala burada olacak ve sömürecekleri yeni bir canlı arayışına girecekler.
 Vazgeçtim yazı dizisi olmasın bu. Bu kadar yazı yeter inekler için, dünyayı kapladılar bari interneti kaplamasınlar.

20 Eylül 2014 Cumartesi

10 adımda felsefe

8.) Hazırlık
İyi bir felsefeci hazırlık yapmasını bilmelidir ayrıca giriş cümleleri hakkında hiç iyi şeyler düşünmüyorum. Niye giriş cümlesi yazmak zorundayız ki? Keşke direk ortadan da başlayabilsek. Aslında başlayabilirim ama sanki böyle giriş gelişme sonuç olarak yazmazsam Türkçe'ye ihanet edecekmişim gibime geliyor. Sanki Karamanoğlu Mehmet Bey kafama Orhun yazıtlarını atacakmış sonra da Kaşgarlı Mahmut ve ark.. neyse abartmaya gerek yoktur belki de. Aslında abartmaya gerek var da bu konuyu abartmaya gerek yok desek daha doğru olur sanıyorum öbür türlü olursa daha önceki yazdıklarımla çelişirim. Sanırım. Geçelim bunları. Doğru hazırlık önemlidir çünkü az hazırlık yaparsanız işin sonucu belli olmaz, çok hazırlık yaparsanız da işin eğlencesi kaçar. Bazı meyvelerin vitamininin kaçtığı gibi düşünebilirsiniz. Kaçan vitaminleri yakalayamazsınız. Eğlenceyi de öyle. Bir de eğer büyük acılar çekmiyorsanız hayatı o kadar ciddiye almayın. Unutulmaması gereken bir şey daha var o da maalesef(ya da iyi ki) hayat devam ediyor. Sonuç olarak ciddiyet sıkıcı insanların diğerlerini kendi sıkıcılık seviyelerine çekme çalışmasıdır ki buna saygı duyarım çünkü adam ne yapmaya çalıştığını biliyor ama şimdiki insanlar bi dakka hani 3 tane maymun koymuşlar yukarı da muz asmışlar sonra çıkan maymunlara su sıkmışlar falan diye giden bi hikaye var ya işte onu bi aklınıza getirin önce. Yok hikayeyi bilmiyosanız google'a "maymun su sıkma" yazın gelir zaten. Konumuza dönelim şimdi bu sıkıcı adam hikayedeki ilk maymunlardansa yaptığına saygı duyarım yok niye olduğunu bilmeden başkalarını taklit eden bir malsa o zaman saygı duyulacak bir iş yapmış olmaz. Gerçi benim saygımı kazanmak ya da kaybetmek de çok matah bir şey değil, sonuçta kimse peşimden koşmuyo "eylemlerimi değerlendir lütfen" diye. Burada daha çok kendi kendime bir şeyler söylüyorum. Demek istediğim eğer birilerini sıkmak için ciddiyseniz bu bence bu güzel yok niye ciddi olduğunuz hakkında bir fikriniz yok, herkes öyle diye ciddiyseniz bu yanlış. Konumuz hazırlıktı ama niye ve nasıl buralara geldik bilmiyorum. Biraz düşünsem bulurum ama gerek de yok buna. Bence kaçan vitaminleri yakalayamazsınız, ciddi olmayın o kadar ve unutulmamalıdır ki hayattaki en büyük kayıplar geçiştirilmiş veya geciktirilmiş kahkahalardır.

16 Eylül 2014 Salı

10 adımda felsefe

7.) Geçmiş
Geçmişte yaşamamak lazım diyorlar ama aslında hepimiz geçmişte yaşıyoruz.(Bence öyle ama bilmiyorum gerçek nedir. Kişisel yorumum bu, zaten şu anki bilim de kişisel yorumlara dayanıyor. Tek fark bir kişinin değil de bir milyarın yorumu onun haricinde aynı. Bu da benim kişisel yorumum.) Gördüğümüz cisimlerden gelen ışık gözümüze ulaşana kadar birazcık zaman geçiyor. Dolayısıyla gördüklerimiz aslında geçmişte kaldı. Daha fazla açıklamayı gereksiz görüyorum. Anlamışsınızdır bence. Neyse geçmişte yaşamak ile geçmişle yaşamak arasında fark vardır. Böyle demişken şu özlü söz (ya da aforizma, aforizma deyince sanki daha bi önemli gibi oluyor.) konusuna geri dönelim bence. İyi bir felsefeci saçma sapan sözleri anlamlıymış gibi gösterebilmelidir. Ayrıca bu tek cümlelik saçma şeyler sizleri herhangi bir tartışmada birkaç adım ileriye taşıyabilir. Karşınızdaki şahsa bağlı olarak size tartışmayı kazandırabilir de hiçbir işe yaramayabilir de. Etki yelpazesi geniş. Bu sayede kendinizi hiç beklemediğiniz bir yola girmiş halde bulabilirsiniz ki bu çok güzel bir şeydir. Bazen. Konumuza dönersek; özlü söz uydurmak sabır gerektiren bir iştir. Fazla anlaşılır olursa etkisini olmaz "ağaçlar oksijen üretir." gördüğünüz üzere etkisiz. Çok anlaşılmaz olursa da bu sefer aforizmanız birkaç anlama birden gelebilir ve bu hem sizin anadilinize hakim olmadığınızı gösterir hem de bu farklı anlamlar yüzünden avantaj rakibinize geçmiş olur. Haa ben hava atcam tartışmalarda kullanmayacam derseniz o zaman sallayın gitsin "Çürük bir ağacın oksijenle ilişkisi gibiydi ilişkimiz" bu nedir şimdi? En az 3 farklı anlam çıkar bu sözden ve bu bir zayıflıktır. Onu boş verin de ya da boş vermesek mi? Benim de kafam karıştı. Tema olarak aşk kullanabilirsiniz bence, herkes kullanıyor, piyasası iyi. Adalet, özgürlük falan da olabilir aslında. Zaman olur mu? Zaman hakkında bilginiz yoksa yazmayın yok eğer biraz bilginiz varsa zaten yazmazsınız.

11 Eylül 2014 Perşembe

Niye yaşıyoruz?

Bugün herkesin merakla beklediği, sürekli düşündüğü ve cevabını öğrenmek için birbirlerine sopayla saldırabilecekleri bir soruyu derinlemesine inceliyoruz. Belki biraz abartmış olabilirim ama abartma eylemi sadece insanların sahip olduğu mükemmel bir özelliktir. Kutup ayıları ya da tornavidalar abartamazlar. Onlar dünyayı olduğu gibi görürler(Tornavidadan emin değilim. O muhtemelen hiçbir şeyin farkında değil ama kim bilir? Bir zamanlar insanları hasta eden gözle görülemeyen küçük sefil yaratıkların olduğu fikri de oldukça gülünç bir fikirdi ama modern tıp anlayışı bu teori üzerine kurulu.) ve bu nedenle doğanın izin verdiğinden öteye gidemezler. Abartmak insanlığın en büyük silahıdır. Eğer abartmasaydık gelişemezdik. Kendi Özelliklerimizi abarttık ve bunlar bir süre sonra gerçeğe dönüştü. "Acaba uçabilseydik nasıl olurdu? Belki de 10-20 kat hızlı koşabiliriz. Sesimi denizin ötesine ulaştıracam. Ay'da yürümek istiyorum. Keşke Venüs'ü havaya uçursam." (Sonuncusu gerçekleşmedi... Henüz.) Abartmak aynı zamanda hayal kurmaktır da ve insanların hayati ihtiyaç listesinde ilk 10'dadır. Hayal kurmayan insan ölür. Günümüz şartlarında çalışan insanların hayal kurmaya pek vakitleri olmuyor o zaman neden ölmüyorlar? Çünkü uyanıkken yapamadıklarını uyurken yapıyorlar ve rüya görüyorlar. Uykusuz kalan insanların ölmesinin nedeni de budur. Rüya göremezsen ölürsün.(Rüya gördüğünü hatırlamazsan ölürsün ve rüya göremezsen ölürsün farklı cümlelerdir.) ama bu hayallere çok da bağlanmamak lazım. Geçmiştekilerin hayalleri şimdi bizim ayaklarımızın altında. Bizim hayallerimiz de gelecekte ayaklar altında olacak. Yani şu anda bir ömür harcadığınız bir fikrin ilerde göreceği değer sizi üzebilir ama üzmesin.(Ya da üzülün napıyım.) Aslında niye yaşıyoruz sorusuna cevap verecektim ama görüyorum ki çok başka yerlere gitmiş konu o yüzden boş verin yav bu sefer açıklama yapmakla uğraşmak bana çok boş gözüktü. Başlıkla tamamen alakasız bir yazı yazdım evet ama dünyada açıklanmayı bekleyen daha büyük sorular var. Örneğin; kettle suyun kaynadığını nasıl anlıyor ya da ufak kağıt parçaları için bir insan ne kadar alçalabilir gibi.

10 Eylül 2014 Çarşamba

10 adımda felsefe

6.) Gelecek
İyi felsefe yapmak için gelecek üzerine çok fazla düşünmememiz gerekiyor. Çünkü geleceğe çok fazla takılmak bizi şu anki eylemlerimizden alıkoyar ve eğer gelecek üzerine çok fazla düşünürsek neler olacağını bilme ihtimalimiz var. (Bayağı düşük aslında ama niye riske girelim ki) Öyle olursa da yaşamak çok sıkıcı olur. Sonunu bildiğin filmi izlemek gibi. "Saçma, zaten geleceği biliyoruz, hepimiz öleceğiz." diyebilirsiniz. Aslında mantıklı da olur başındaki saçma kelimesi hariç. Onu söylemeyin lütfen. (Bu arada mantık Newton fiziği gibidir. Newton fiziği ile hareket eden gezegenleri ya da koşan gergedanları hesaplayabilirsiniz, ama iş atomlara ya da karadeliklere gelince pek de işe yaramaz. Size yeni bir şey gerekir.) Neyse konumuza dönelim;vazgeçtim dönmeyelim, biraz gerçeklerden bahsedeyim. Nefes alırken amacımız oksijen moleküllerini almak ama havanın sadece %20'si oksijendir geri kalan %80'i azot %2'si de karbondioksit falan filandır. (Toplayınca %102 ediyor çünkü havanın genleşme özelliği vardır. Evet yüzde hesaplarında bile genleşebilir hava. Eğer topraktaki mineralleri toplasaydık %100 çıkardı. Çünkü toprak çok sıkıcı ve genleşemez. Sıkıcı olmasaydı da genleşemezdi bu arada.) Yani soluduğumuz havanın sadece beşte biri gerçekten ihtiyacımız olan oksijen, zaten onun da beşte birini falan alıyoruz gerisini geri veriyoruz. Peki %100 oksijen solursak ne olur? Başımız döner, sersemleriz. Vücut dengemiz bozulur diyelim kısaca. Yani saf oksijen bize zarar verir. Gerçekler de böyledir. Eğer birine %100 gerçek verirsen ona zarar verirsin. O yüzden eğer insanlara yardım etmek onlara bir şeyler öğretmek isityorsanız söyleyeceklerinizi seyreltmeniz gerekir. Eğer insanları ikna etmek istiyorsanız... neyse bunu başka bir yazı da yazıyım buraya sıkıştırmaya gerek yok. Bu arada gelecek hakkındaki sonra fikirlerimi de yazıyım öyle bitireyim. İstek kipi çok güzel bir kip.
Bir de şöyle düşünelim; Eğer sonumuzu bilirsek hayat sıkıcı olur. Şu anda hayat sıkıcı değil. (En azından bana göre değil sizi bilmiyorum ama.) O zaman demek ki sonumuzu bilmiyoruz. Buradan başka bir sonuç daha çıkıyor demek ki ölüm bir son değil. Bu nasıl mantıklı mı?

9 Eylül 2014 Salı

5 dakika

Bu yazıyı yazmak için kendime 5 dakika verdim. Artık süre bitinceye kadar yazacağım ne kadar olursa. Ana fikrim şuydu "Hiroşima'da 5 saniyede 70 bin insan öldü. Mohaç meydan savaşında yarım saatte imparatorluk çöktü( Biraz abartmış olabilirim.) o zaman 5 dakika aslında az değil. Bu hesapla bu yazı yaklaşık 400 bin insanın ölümü ile Yozgat'ı ele geçirmek arasında bir yerlerde olmalı. Şimdiden 3 dakka geçti bile. Hedefime ne kadar yaklaştım bilmiyorum. Bu yazıyı tamamlayabileceğimden de emin değilim. tamamlayabileceğimden  kelimesi uzunmuş insan yazarken fark etmiyor. Klavye ile yazarken kalem ile yazarken yazdığın o duygu yok aslında. (Şaka yaptım klavye daha rahat. Kağıt kalem ile yazmanın da ek bir duygusu yok. aslında bu açıdan bakınca şaka yapmamış yalan söylemiş oldum.) Denemeyin arkadaşlar 5 dakikada yazı yazacam diye. Sıkıştırmayın i

Yukarıya kadar yazabildim ama yazının birçok eksiği var. Asıl sorun eksiklerinde değil de fazlalıklarında. Çıkarılması gereken yerler var. İnsan hayatı da böyledir. Eksiklikler fazlalıklardan daha kolay telafi edilir. Delik bir ayakkabı ile içinde taş olan ayakkabıdan daha uzun süre yürürsünüz. Fazlalıklar insanı yorar ve yıpratır. Maalesef yapabileceğiniz pek bir şey yok bu konuda. Elinizden gelen tek şey beklemek olur. Bir de zamanın onları sizden daha önce aşındırmasını ummak.

4 Eylül 2014 Perşembe

Doğa ve İnsan

Başlık sayesinde konunun yeterince anlaşıldığını düşünüyorum ve bu nedenle bir giriş cümlesi yazmaya gerek görmüyorum.( İlk cümleyi yazmak zor bir şey . Devamındakileri yazmak da zor ama ilk cümle de zor. Bence yani. Neyse) Vazgeçtim giriş cümlesi yazacam. Bugün yıllarca dayatılan yeşili sev doğayı koru fikrinin altındaki gerçeklerden bahsetmek istiyorum. Yazının ana fikrini şimdiden vereyim." Doğa düşmandır ve yok edilmelidir." Öncelikle doğanın ne olduğunu bilmemiz gerekiyor ki onu neden yok etmemiz gerektiğini anlayalım. Doğa ağaç değildir, nesli tükenen pandalar değildir, tavuklaşan dinozorlar da değildir.( ki bu hikaye beni oldukça etkilemiştir bir zamanların velociraptorları tyrannosaurusları şimdi yumurtlayıp koşan ufak yaratıklar haline gelmiş ama bu başka bir yazının konusu olsun bence) Bunlar sadece doğadan kaçamayan zavallı yaratıklardır. Bunlar kurbandırlar. Doğa aslında bir kurallar bütünüdür. Temelindeki kural ise "Güçlü olan zayıfı ezer."dir. Keşke "Güçlü olan hayatta kalır." olsaydı o zaman zayıflar yok olacağı için canlılar giderek güçlü hale gelirdi ama öyle olmuyor. Bu konuyu biraz daha irdelersek; korsanlıkla geçinen kuşlar var. Diğer kuşların yakaladıkları balıkları onlardan çalan canlılar bunlar. Bu nasıl bir manyaklıktır? Hayvanlar bile çalışmadan kazanmanın yollarını arıyorlar. Dünyadaki kötülüklerin nedeni insanlar değil, hayvanlarda da var bi sürü katil, hırsız, yalancı sanırım vergi kaçırma haricindeki kötülükler hayvanlarda da mevcut. Neyse gördüğünüz gibi bu kuşlar balığını koruyamayan zayıf kuşları kullanarak yaşıyorlar. Onları öldürmüyorlar ki daha sonra da çalabilsinler balıkları. İşte savunulan doğanın gerçek yüzü bu. Doğa bencil olmayı gerektirir, zalim olmayı gerektirir. İnsanlardaki kölelik kavramı, kadının ikinci sınıf insan muamelesi görmesi de aynen doğanın bizden yapmamızı istediği şeydir. Köpekler bile biraz doyunca hemen sağa sola işeyip kendi sınırlarını ilan ederler. Kral mı olmak istiyor artık bilmiyorum. Kısaca doğa der ki: "sadece kendini düşün." Bunu önermiyorum ben, benim önerdiğim şöyle bir şey " ilk kendini düşün." Ayrıca doktorluk kavramı doğrudan doğruya doğa düşmanı olmaktır. Sadece güçlünün değil herkesin yaşamasını istemektir. Eğer tüm insanların iyiliği yerine sadece kendi iyiliğinizi düşünüyorsanız kesinlikle bir doğaseversiniz. Yapmayın etmeyin. İnşallah doğanın gerçek yüzünü görmüşsünüzdür. Bir sonrakinde de doğayı nasıl yok edebiliriz onun hakkında bir kaç fikrim var onları yazıyım. Sonuç olarak gelin bir panda da siz tekmeleyin. Bunu yapmak zor çünkü soyları tükeniyor ve bu yüzden etrafta pek dolaşmıyorlar.


3 Eylül 2014 Çarşamba

Öz 10 adımda felsefe

6.) Unutmak
Eğer çok iyi felsefeci ya da felsefe olmak istiyorsanız unutmayı öğrenmelisiniz. Aslında bu yazı dizisinin başında belirtmem gereken bir şey vardı ama şimdi aklıma geldi şimdi yazıyım artık napalım. Felsefe yapılmaz olunur. Mesela "Ben felsefe oldum. Ahmet felsefe oldu." gibi.(Sensin saçma.) (Bir önceki cümleyi okuyup çok saçmaymış diye düşüneceğinizi düşünüp parantezi ona göre yazdım. Sonra bu yaptığımı belirtmek istedim çünkü bu yazı kendi kendine uzamayacak benim bir şeyler yazıp doldurmam gerekiyor.) Peki neden bu yazıyı doldurmaya çalışıyorum; Neden parantez sanki hiç koymamışım gibi yazmaya devam ettim! Neden noktalama, işaretlerini gelişigüzel dağıtıyorum? (Bozuk saat bile günde 2 kez doğruyu gösterir ya işte o yüzden tuttu bu noktalama işareti de( Niye açıkladım[ nedeni yok. Yani varda be n açık lamaya üşendim.. 6. maddeye ne yazacağımı unutmasaydım bunlar olmayacaktı ama hayat böyle yapacak bir şey yok. Yapacak bir şey yok deyince determinist mi oluyoz ki? Neyse konumuza dönelim. Hayattan zevk almanın püf noktası unutmaktan geçer. Bir örnekle açıklayalım; şimdi yemek yesem bundan zevk alırım. Şimdi kitap okusam da zevk alırım. Yarın aynı yemeği yesem zevk alırım. 1-2 hafta sonra aynı kitabı okusam pek zevkli olmaz. Niye? Çünkü vücudumuz unutkandır, yediğimiz yemek sindirilir gider, aynı şekilde depolanmaz ama beynimiz böyle işlemez okuduğumuz kitap yemek gibi bir sindirime uğramaz aynı şekilde kaydedilir beynimize bu yüzden aynı kitabı okumak sıkıcı olurken aynı yemeği yemek olmaz. Demek ki yalan söyledim hayattan zevk almanın püf noktası unutmak değil değişmekmiş. Eğer bir şey aynı kalırsa sıkıcı olur ve sıkıcı olan şeyler patlar. Mesela yıldızlar patlar çünkü sıkıcılar. Dünya patlamaz çünkü önceden dinozorlar falan vardı şimdi insanlar falan var yani değişiyor o yüzden patlamaz. Eğer patlamak istemiyorsanız değişin. Yazıda bir şey unuttum gibi ya da bir şey fazla tam bilemedim bulan olursa ve söylerse sevinirim.

21 Temmuz 2014 Pazartesi

10 adımda felsefe

5.c.) Su ve Yemek
Su ve yemek bulmak çok önemlidir çünkü su bulamazsanız ölürsünüz, yemek bulamazsanız da ölürsünüz ve felsefenin ilk kuralı  "Ölüler yapamaz." dır yani iyi bir felsefeci olmak istiyorsanız sağ kalmanız lazım. Peki nasıl? Vahşi hayatta su ve yiyecek bulmak sanıldığı kadar zor değildir. Sadece birazcık beyin gücü ile su ve yiyecek temin etmeniz hiç de zor olmayacaktır. Tamam belki biraz abarttım ama cidden zor değil. Öncelikle su: su olmazsa ölürüz çünkü su olmazsa ölürüz. Su bir maddedir bu da demek oluyor ki fizik kurallarına tabiidir. Öncelikle eylemsizlik: su eylem yapmaz durur o yüzden suyun size gelmesini beklemeyin siz suya gidin. "Peki yağmur ne oluyor?" diyebilirsiniz ama yağmur yağarken suyun mu aşağı indiği yoksa dünyanın mı yukarı çıktığı konusu hala tartışmalıdır. O yüzden beni haklı kabul edelim mi? Edersek sevinirim. Evet ikinci olarak etki-tepki: eğer suya vurursanız su da size vurur, eğer suyu ararsanız su da sizi arar ama hareket edemediği için sizi araması hiçbir işe yaramaz. Beyni olmayan varlıkların istekleri hayatınıza yön vermemeli. Neyse peki nasıl bulacağız? Eğer yeterince kazarsanız su bulursunuz. Bulunduğunuz mevkiye göre 5 ile 150 metre arası yapacağınız kazılar size suyu getirecektir, aynı zamanda suya da sizi getirecektir ama bu önemli değil. Yemek nasıl bulacağız? Aynı suyu bulur gibi, yeterince derin bir çukur kazıp bekleyeceğiz. çukuru göremeyen hayvanlar düşüp, hayvan formundan çıkarak sizin günlük enerji ihtiyacınızın bir kısmı (şanslıysanız hepsi) haline gelecektir. Gördüğünüz üzere çukur kazmak su ve yemek bulmak için en faydalı yöntemdir. Ayrıca çok da zevklidir. Siz hiç depresyona girmiş bir kürek gördünüz mü? Göremezsiniz çünkü çukur kazmak çok zevkli.

15 Temmuz 2014 Salı

Neden böbrek?

Nefronlar nöronlar tarafından sürekli ezilmişlerdir. Hak ettikleri değeri onlara göstermiyoruz. Nöronlar gibi nefronlar da bölünemeyecek kadar kompleks hücrelerdir, yeniden oluşamaz ölen nefronlar. Ayrıca tek böbreğin bize yetmesine rağmen iki böbreğimiz var çünkü her zaman önemli olanlar yedeklenir. Ayrıca beyinden çıkan emirler ilk başta bozuktur. Beyinciğe uğrayıp düzenlenmesi gerekir. Böbrekler için böyle bir gereklilik yoktur. Kendi işini kendi yapar. Aslında bir sürü nedeni var. Peki neden beyin daha önemli bir organ gibi geliyor bize? Çünkü beynimiz bize sanki bir şeyleri değiştirebilirmişiz gibi sanmamızı sağlıyor. Hoş değil tabii ki bu durum. Aslında bir durumun hoş olup olmaması bakış açısından çok etkileniyor. Tavuk döner de tavuklar için hiç hoş bir durum değil. O zaman her şey iyidir diyebiliriz ya da aynı şekilde her şey kötüdür de diyebiliriz. Yani bir olayın iyi ya da kötü olduğu konusunda yorum yapmak tamamen lüzumsuzdur. (Bir olayı kendi bakış açınıza göre değerlendirmek ile onu iyi ve kötü olarak yaftalamak ayrı şeyler bu arada.) Tekrar o zaman iyi ya da kötü yoktur sadece eylemler vardır da diyebiliriz. Bir arkadaş demişti böyle bir şeyi aslında mantıklı da gibi. Hepsini dememişti de birazını demişti ama ne kadarını ben uydurdum ne kadarını o dedi hatırlamıyorum. Zaman geçtikçe bazı sınırlar belirsizleşiyor biraz öte yandan bazı sınırlar da bir o kadar keskinleşiyor ama önemli olan bu değil, önemli olan nefes alıp vermeye devam etmek.(Bu arada Tüm hayati işlevlerimiz otomatik iken nefes almak neden kontrol edilebilir? Diyaframın bu asiliği nereden geliyor? Neden otonom sinir sistemine karşı çıkmış?)

11 Temmuz 2014 Cuma

Ciddiyet

Ciddiyet çok komik bir şey bence.


Bunun var olduğu bir gezegende insanların ciddi olmaya çalışması garip.

Bi de bu var.

9 Temmuz 2014 Çarşamba

10 adımda felsefe

5.b.) Ateş
Ateş çok önemlidir çünkü günlük hayatta vücut ısımız sıcaklık molekülleri sürekli vücudunuzdan dışarı kaçtığı için düşer. Ateş ise bu sıcaklık moleküllerini korkutarak onların vücut içinde kalmasına sağlar. Ateş nasıl yakılır peki? Eğer yanınızda çakmak, kibrit falan varsa işiniz kolay. Eğer yoksa yakınlardaki bir büfeden temin edebilirsiniz. Bulunduğunuz bölgede büfe olmayabilir, telaş yapmıyoruz. Yanınızda büyüteç taşıyabilirsiniz ya da gözlüğünüzü kullanabilirsiniz. Hipermetropsanız tabii ki, miyopların gözlüğü işe yaramaz.  Yanınızda gözlüklü bir hipermetrop arkadaş taşımak vahşi doğada hemen her koşulda ateş yakabilmenize olanak sağlayacaktır. Hipermetrop arkadaşım yok diye üzülmeyin, imdadınıza cep telefonunuz yetişiyor. Tek ihtiyacınız olan telefonunuza dandik bir batarya takın ve şarj edin. Telefon patladığında ortaya çıkan enerjiyi kuru dallara kanalize etmek ateş yakmanıza olanak sağlayacaktır. Ateşi yaktıktan sonra resimdeki gibi etrafını taşla çevirmeyin. Bu ateşin etrafa yayılmasını engeller. Kim daha fazla ateş istemez ki? Hem etrafınız yanarsa etrafı görmeniz de bir miktar kolaylaşır. Size hiçbir şey olmaz zira kaplumbağa yatağınız tehlike olduğu zaman otomatik olarak harekete geçecek ve sizi oradan uzaklaştıracaktır. İşte kaplumbağa yataklarının bir avantajı daha. (Kaplumbağa yatağından öbür yazımda bahsetmiştim.) Unutmayın doğru yakıtı kullandığınız sürece her şey yanabilir. Buna hayaller, umutlar, cesaret ve gergedanlar dahil. Yalnız sonuncusunu yakmanızı önermem yazık hayvana, öbürlerini zaten sürekli yakıyoruz. Bazen bizimki bazen başkalarının.

8 Temmuz 2014 Salı

10 adımda felsefe

Arkadaşlar 2 adımı zaten atmıştık geriye 8 adım kalıyor. Felsefe yapacaksanız söyledikleriniz "anlamadım ama biraz uğraşsan anlarım galiba" hissi oluşturmalı karşı tarafta. Artık kendi özlü sözlerinizi üretmenin zamanı geldi. Özlü söz yerine aforizma da diyebiliriz aslında daha artistik gözüküyor. Peki özlü söz yazarken nelere dikkat etmeliyiz? Öncelikle "Az her zaman çoktur". Lastikler ne kadar uzun olursa o kadar uzarken özlü sözlerde bu terstir. Ne kadar kısa olursa o kadar çok anlama gelebilir. Bazılarına bu güzel bir şeymiş gibi gelebilir. Bana göre bu Helikopterden adam taramak gibi bir şey. Sık gitsin elbet bir mermi denk gelir. Esas ustalık ise keskin nişancı tüfeğiyle adam vurmaktır. Bir cümle ne kadar az anlama gelirse o kadar çok değerlidir. Neyse konumuza dönelim; tek cümlelik özlü sözlerle başlayalım. İçine bir miktar zıtlık ve biraz benzetme katarak bir sürü özlü söz oluşturabiliriz. "Gecenin en aydınlık tarafı gibiydin hayallerimde." Yok bu biraz şiir gibi oldu. Bu tavsiyeyi boş verin başka bir şey deneyelim. İçine zıtlık ve benzetme değil de koşul ve kesinlik katalım. " Yazı yazacaksan; yazın yaz." Neyse... Artık deneye deneye bulursunuz doğru düzgün özlü söz yazmayı çok da şey değil aslında. Bence bu 2-3 adım sayılır.
5. adıma geçelim. Bir felsefeci vahşi doğada hayatta kalabilmelidir. Neden peki? Çünkü ölürseniz felsefe yapamazsınız. Vahşi doğada hayatta kalma ipuçları verelim birkaç tane; İlk olarak vahşi hayvanlarla entelektüel tartışmalara girmeye çalışmayın, onların dişleri sizin beyninizden daha sert. Tamam felsefenizi her fırsatta göstermek istiyor olabilirsiniz ama acılı bir ölüm istemiyorsanız hayvanlarla tartışmayın. Hayatta kalmanın 3 temel kuralı vardır; Yatacak yer, ateş, su, yiyecek ve matematik.

5.a) Yatacak yer:
 Vahşi hayatta yatacak yer bulmak çok önemlidir. İyi bir yatak sizi hem fiziksel hem de zihinsel olarak dinlendirirken, dosta güven düşmana korku verir. Unutmayın ki siz besin piramidinin en üstündeki canlısınız. Avcılık sizin genlerinizde var. Boyutunuza göre 10 ile 20 arası kaplumbağayı birbirine bantlayarak hareket eden bir yatağa sahip olabilirsiniz. Yorgan ve çarşaf olarak ölü yosunları kullanabilir ve konforunuzu 2 hatta 3 katına çıkarabilirsiniz. Yalnız yosunların ölü olmasına dikkat edin zira canlı yosunlar gündüz fotosentez gece solunum yaparlar. Gündüz ürettikleri oksijen sizi ateşli silahlara karşı savunmasız bırakır zira oksijen yanıcı bir gazdır. Geceleyin ürettikleri karbondioksit ise sizi boğar. Yosunları nasıl öldürebiliriz? Suda boğma yöntemi çok işe yarayan bir yöntemdir. Şöyle düşünün sizi yarım saat suyun altında tutsak ölür müsünüz? Ölürsünüz. Yosunlar nasıl sizden daha güçlü olabilir ki? Onları 15 dakika suda bekletmek hem yosunları öldürecek hem de yosunlara hacim verecektir. Bunlarla uğraşmak istemiyorsanız yanınızda şişme yatak taşıyabilirsiniz. Tabii ki şişirmek için hava pompası, pompayı çalıştırmak için ise bir jenaratör ve biraz benzini de çantanızdan eksik etmemelisiniz.

Diğer kısımlara başka bir yazıda devam ederiz.
İyi günler.

Gece

İyi günler,
Arkadaşlar bugün birçoğumuzun yanlış bildiği bir kavram hakkında yazı yazmayı planlıyorum ama taktir edersiniz ki hayat her zaman planladığımız şekilde gitmediği için yazının içeriği hakkında yazıyı yazmaya başlamadan görüş belirtmem yanlış olur. Genelde cümlelerin uzunluğu ile okuyucuların okuma isteği arasındaki ilişki birisinin artmasıyla öbürünün azalması olarak tanımlayabileceğimiz ters orantı olduğu için yazdığım cümleler ne kadar uzun olursa o kadar okuyucu kaybetmiş olurum. Tahminimce buraya gelen yirmi kişi falan kalmıştır. Teşekkür ederim buraya kadar okuduğunuz için. Konumuza geçelim; Çok karıştırılan kavramlardan birisi de gece ve gündüzdür. Genelde gece örten saklayan bir şey olarak tarif edilir. Gündüz ise tam tersi hisler uyandırır bünyede.( En azından bence öyle.) Gerçekse farklıdır. Gizleyip örten gündüzdür aslında. Ufak bir deney ile destekleyeyim görüşümü. Gündüz dışarı çıkıp görebildiğiniz en uzak şeyi bir yere not edin sonra aynısını gece yapın. Gündüz Şehrin öbür ucunu görebilirken; geceleyin bir en fazla 2 sokak ötesini görebilirsiniz. Demek ki gündüz daha çok şey görebiliyoruz dolayısıyla ben yalan söylüyorum.
Yanlış. Geceleyin görebildiğimiz en uç nokta yıldızlardır. Kimi bisürü ışık yılı uzak, kimi çoktan ölmüş yıldızları görürüz. Ölmüş yıldızları görebilmek büyük bir başarıdır bence.  Gündüz sadece etrafımızı görürken geceleyin geçmişi görürüz. İnsanın üstüne gece çöken üzüntü hissinin nedeni de budur: Geçmiş ile yüzleşmek,geceleyin ölmüş yıldızlarla beraber bir daha tekrarlamayalım diye beynimizin kaydettiği tüm hataları da görürüz. Hatalarımızı unutmak onları hatırlamaktan daha çok acı vereceği için unutmayız. Bunun sonucunda birazcık üzülmek bence gayet iyi bir fiyat. Muhtemeldir ki burayı okuyanların çoğu 30 yaşından küçük. Zaten 30 seneye de insanı yatakta cenin pozisyonunda ağlatacak kadar hata sığdırmak zordur. Eğer ola ki böyle bir şeyi başardınız, ağlayın artık napıyım beş on seneye geçer onların acısı. Koskoca yıldızlar yok oluyor, birkaç anının verdiği üzüntü de yok olabilir. Artık gece ve gündüze daha farklı bakmanız dileğiyle.
İyi geceler.

29 Haziran 2014 Pazar

Leğenlerin ağzı neden tabanlarından daha büyüktür?

Eğer 100 adet insanı bir odaya kapatıp düzenli aralıklarla yiyecek ve içecek verirseniz 100 gün sonra hayatta kalacak insan sayısı bu düzenli aralıkların arasına bağlıdır. Muhtemelen bunu siz de biliyordunuz, peki bunu neden yazdım? Ne işe yaradı? Gereksiz miydi? Aklınıza birçok soru gelebilir ya da "Ne diyo bu mal" diyerek beni eleştirmeyi de seçebilirsiniz. Bunları niye yazıyorum? Çünkü bazı büyük buluşlar tesadüfen bulunmuştur. Çok alakasız yerlerden bir yerlere ulaşmak mümkün oluyor bazen. Camdaki sinekler gibi aynı; yanlarındaki pencere açıkken, 5-10 cm yana kaysa uçup gidebilecekken hala camdan çıkmaya çalışıyolar ya. Bazıları pes ediyor sonra. Şimdi o sinekle konuşabilsek "İki adım yana kaysan çıkabileceksin, hadi iki adım yandan bir daha dene" desek  o da bize muhtemelen "....." diyecektir.(Sinekle muhabbet etmeye çalışacak kadar malsanız sineğin sessizliği sizi şaşırtabilir ama diğer insanlar için normal bir durum bu.) Neyse sineğin konuştuğunu varsayalım. Sineğin vereceği cevap muhtemelen " İkisi de aynı ha iki adım sağ ha sol ne fark eder? Boşuna yorulmak istemiyorum." gibi bir şey olur. Sinek cam ile boşluk arasındaki farkı anlayamadığı için yapacağı işin işe yaramaz bir şey olacağını düşünür. Neyse demek istediğim şey bazen gereksiz bir şeyler yapıyor gibi gözüksek de bu yaptıklarımız hiç ummadığımız şekilde sonuçlanabilir. Evet çok düşük bir ihtimal ama benim de şu anda var olmam da düşük bir ihtimaldi. Kaç kuşak insan evlenecek de onların çocukları olacak da falan filan yani bayağı düşük bir ihtimal bence ama ben buradayım. Düşük ihtimaller o kadar da düşük değil aslında. Sonuç olarak bazı eylemlerimizin sonuçlarını tahmin edecek bilgiye şuan sahip değiliz ve bize aynı görünen olaylar birbiriyle tamamen alakasız sonuçlara ulaşabilir. Belki tam tersi de doğrudur, farklı bir şey yaptığımızı sanarak aynı şeyleri tekrar edip duruyoruzdur. Belki hayatlarımıza kendimiz yön verdiğimizi sanıyoruzdur. Belki birkaç milyar insanı kandırmak hiç o kadar da zor değildir.

23 Haziran 2014 Pazartesi

10 adımda felsefe

      Sanıyorum ki başlık yeterince açık. Bugün "nasıl felsefeci olunur" konusu hakkında derinlemesine bir inceleme yapacağız. Fark ettim ki eğer çok derine inersek hedefimizi ıskalıyoruz. Bıçağı eline iyice batırırsan öbür taraftan çıkar ya onun gibi. Aslında elinize batırmanıza gerek yok elmaya batırsanız da öbür taraftan çıkar veya maket bıçağıyla masada kağıt keserken masa örtüsünü de kesmeniz buna örnek gösterilebilir. Peki bunu açıklamak için bu kadar fazla örneğe ihtiyaç var mıydı? Bu soru bu haliyle eksik. Bu kadar örneğe "ne" için ihtiyaç var mıydı. Felsefenin ilk adımı budur.

       Eksik sorular sormak. Atış talimi yaparken önünüze hedef koymazsanız ıskalamazsınız da. Eğer sorduğunuz sorular eksik olursa cevaplar hiçbir zaman yanlış olmaz. Ayrıca daha havalı oluyo böyle sorular. Eğer tam soru sorarsanız bu sefer uğraşmanız gerekir, beyninizi kullanmanız gerekir ki bu hiç de zevkli değildir.(En azından benim için. Yok etmek üretmekten daha zevkli, öbür türlü olsaydı bilgisayar oyunlarının çoğu üretme üzerinde kurulu olurdu ama oyunların çoğu yok etmek üzerine. Niye? Çünkü daha zevkli.)

      Beyninizi kullanmamak da ikinci adım oluyor. Boş verin yav başkası düşünsün, sizin yapmanız gereken beyninizi kullanıyor gibi görünmek. Diğerleri sizin düşündüğünüzü sanmalı ki felsefe falan olsun işte sonunu tam toparlayamadım ama anlamışsınızdır."Bana ne diğerlerinin ne düşündüğünden ben kendim için yaşarım." diyebilirsiniz. Eğer derseniz sizi gerçekten takdir ederim yavaş yavaş ilerleme kaydediyorsunuz demektir. Bu cevap çok ikiyüzlü bir cevaptır. İlk cümlesiyle benim hipotezime karşı çıkıyor.(Güzel bir şey) İkinci cümlesi ise kendisini destekliyor gibi görünmesine rağmen konuyla tamamen alakasız.(Daha güzel, tam bir üçkağıtçılık örneği.) Kimse senin kimin için yaşadığını sorgulamıyordu. Bunun gibi iki cümleli cevaplarla konuyu değiştirerek cevap vermek istemediğiniz sorulardan (Tam sorulardan) kaçabilirsiniz.(Bu arada şizoid kişilik bozukluğu haricinde diğer insanlar başkalarının düşüncelerini umursar. Ben kimsenin ne düşündüğünü umursamam diyen adam zaten baştan kaybetmiştir tartışmayı. Madem umursamıyon ne düşündüğümüzü neden bize söylüyorsun bunu, söyleme o zaman umurunda olmamamız lazım. Burada senin sorup sormamanla ilgisi yok ben istedim ve söyledim demeli başka türlü kurtaramaz. Bu sefer de yani biz burada olmasak da sen kendi kendine bunu sesli bir şekilde söyleyecektin değil mi derim. O da evet diyerek yalan söylemeli ya da yenilgiyi kabul etmeli. Evet der. Ben de onu yalancılıkla itham ederim, o da bana hakaret eder belki, sonrası bulanık ne desem yalan olur. Aslında ne desem yalan olur demek ne desem doğru olur demek gibi bir şey.) Eğer bu muhabbeti şizoid kişilik bozukluğu olan biriyle yapsakdık şöyle olurdu:
-Sen diğer insanların ne düşündüğünü umursuyor musun?
-Evet. (Yalan ama muhabbet etmek istemiyo adam. Umrunda değiliz.)

Üçüncü adıma geçmeyelim şimdilik. İki adım yeter. Size birkaç örnek bırakıyım onlara çalışın
 İki tane neye yeter? İki tane niye yeter? hangisi daha güzel bir soru?
Bu üç sorudan hangisi daha güzel bir soru?
Bir örnek bulabildim. Yeter bence. Neye yeter? Her şeye, bazen de hiçbir şeye.

22 Haziran 2014 Pazar

Düşünmek

Çevrenize baktığınızda gördüğünüz tek şey düşünmeden itaat eden insanlar mı? Düşünen tek varlık siz misiniz? Eğer böyleyse üzülerek söylemeliyim ki yanlış yoldasınız. Düşünmek sanıldığı kadar güzel bir eylem değil aksine gayet acılı ve sıkıcı bir eylemdir. Film hayal etmek yerine izliyoruz. Aslında filmleri düşünerek de izleyebilirsin. İşte adam şöyle zıplasa oradan atlasa diye kafanda canlandırabilirsin ama sıkıcı olur. Kitap okumak da aynı. Sıfırdan düşünmek yerine hazır düşünülmüş olanı tüketmek çok daha zevklidir. İhtiyacımız olan şey düşünmek değil düşünceleri tüketmektir. Aynı yemek gibi. Vücudumuzun yemek yemeye ihtiyacı var, yapmaya değil. "Ama yemek yemek için birisinin de yemek yapması gerekir. Dolayısıyla söylediklerin çok malca şeyler." demeyin. Öncelikle niye malca diyorsunuz ki? Düşüncelerinizi karşı tarafa daha kibar şekilde iletmeyi öğrenmeniz gerekir öbür türlü gerçek hayatta umulmadık sıkıntılarla karşılaşırsınız. Sonralıkla: yemek yapmadan da yaşanır. Yemek yapanların asıl amacı senin doyman değildir. Ahçılar para kazandıkları için yaparlar yemeği gerisi fark etmez onlar için. Kısaca demek istediğim bazı insanlar da çeşitli sebeplerden dolayı senin tüketeceğin düşünceyi üretirler, pazar geniş bu konuda sıkıntı olmaz pek (sanırım). Aslında biraz da insandan bahsetmem lazımdı bu konunun daha iyi anlaşılması için. Çitalar koşma konusunda uzmanlaşmışlar. Kartallar uçma konusunda, koalalar ise uyuma konusunda uzmanlaşmış. (Adamlar 20 saat uyuyarak binlerce yıl nasıl soylarını devam ettirmişler hala merak ederim ama buradan çıkardığım sonuç geleceğe bir şeyler bırakabilmenin tek yolu çalışmak değil başka yollar da var ve koalalar bu yolları biliyor. Onlardan öğreneceğimiz çok şey var bence.) Biz de düşünme konusunda gelişmişiz. Şimdi yazıya bi baktım düzenlenmesi gereken bi sürü yer var ama benim canım hiç istemiyor çünkü düşünmek acı dolu bir işlem. En iyisi yayınlayayım ben bunu sonra bir ara düzeltirim(belki).

2 Nisan 2014 Çarşamba

Sorun

Sonra yazarım diye başlığı atıp bırakmışım ama ne yazacağımı unuttum. Dolayısıyla bu yazı başlıkla tamamen alakasız olacak. "Hangi yazın başlıkla alakalı ki?" diye bir soru soracağınızı zannetmiyorum. Aslında buradaki yazıları benden başkasının okuduğunu da zannetmiyorum. Peki bu bir sorun teşkil eder mi? Bu konuyu bir miktar irdelersek; bana göre paylaşmadıkça yaptıklarımın pek bir önemi kalmıyor. Öte yandan yemek yemek yanında biri olsa da olmasa da zevkli. Uyumak da çok güzel. Demek ki paylaşmak, bazı konularda o kadar da önemli değilmiş. Zombiler falan da yemeklerini paylaşıyor öbür zombilerle ama mutlu görünmüyorlar pek. Belki mutluluklarını başka türlü ifade ediyorlardır. Belki de hissetmiyorlardır. Acaba hayvanlar kafesteyken falan mutsuz oluyorlar mıdır? Geçen kurban bayramındaki inek kesilmiş arkadaşlarının yanından geçerken çok kayıtsız görünüyordu, belki sevmediği bir inektir ama insan en azından 2-3 saniye bakar o bile yoktu onda. Hayvanlar garip.

10 Mart 2014 Pazartesi

Kağıt

Bugün size insan ile özgürlüğün arasındaki en büyük 2. engelden bahsetmek istiyorum. (En büyük engel dolu bir mesanedir. Sonuçta hiçbir devrim, hiçbir buluş dolu bir mesane ile yapılmamıştır, yapılamaz da zaten. Kuşların özgürlükle bağdaştırılmasının nedeni uçabilmeleri değil işeyebilmeleridir. İstedikleri yere bırakabildikleri için özgürdür kuşlar. Neyse o konu hakkında sonra konuşalım bence.) Özgürlüğümüzle bizim aramıza giren engel çizgili defterdir. Çizgili defterlerin asıl amacı yazıların düzgün olması değildir maalesef. Şöyle düşünelim, bir insan çizgili bir deftere yazı yazarken çizgileri takip ederek düzgün bir şekilde yazar. Çizgiyle paralel yazı yazmayan insan çok azdır. (Muhtemelen yoktur ama tüm insanları kontrol etmediğim için böyle söylemek zorundayım.) Daha siz yazınızı yazmadan yazınızın biçimine karar vermiştir birileri. Nerede bir alt satıra geçeceksiniz, paragrafın başında ne kadar boşluk bırakacağınız hep belirlenmiştir önceden. "Eee olsun bir şey olmaz onlardan" demeyin. Zaten bir insana "Benim istediğim gibi düşün, benim dediklerimi yap" derseniz karşı çıkar. Bu yüzden bizi yavaş yavaş istedikleri hale getiriyorlar. Hani bi söz var ya "Naziler önce komünistler için geldiler, bir şey demedim çünkü komünist değildim. Sonra Yahudiler için geldiler ve bir şey demedim çünkü Yahudi değildim. Sonra gergedanlar için geldiler ve bir şey demedim çünkü gergedan değildim. Sonra gergedanlar için yine geldiler ve yine bir şey demedim çünkü yine gergedan değildim ve sonra benim için geldiklerinde ise çevremde gergedan kalmamıştı.''

İşte aynen böyle olacak. Önce yazımızın biçimine karıştılar, sonra yavaş yavaş içeriğine de el atacaklar. Yazdığımız yazının nerede başlayıp nerede biteceğine bile boş kağıtlar karar veriyor. Böyle insanların özgür olması mümkün müdür? Gözlerimizi açalım arkadaşlar. Lütfen artık çizgili defter kullanmayın, çizgisiz defterlere yazın yazılarınızı, kaleminizden dökülenler sizi bile şaşırtacaktır. Ya da devam edersiniz çizgili defter kullanmaya ve bir kağıt parçasının size ne yapacağınızı söylemesine izin verirsiniz, tiyatro oyuncuları gibi başkasının yazdığı bir hayatı yaşarsınız, başkası gibi ölürsünüz. Lütfen hayatlarımızı kağıt parçalarının yönetmesine izin vermeyelim.

3 Mart 2014 Pazartesi

Eğer

Birisine "3 dilek hakkın olsa ne isterdin?" diye sorarsanız büyük ihtimalle "Sonsuz dilek hakkı" cevabını alırsınız. Ben bu cevaptan sonra "Peki sonsuz dilek hakkın olunca ne isterdin?" diye soruyorum genelde ve daha 10. dileği geçen insan görmedim. Genelde 5-6'da takılıyorlar. Hadi bu yazıda en az dilek ile en çok verimi nasıl alabiliriz onu irdeleyelim. Eğer müslümansanız işiniz kolay:  1.) Ölünce cennete gitmek. 2.) Ölmek, gördüğünüz üzere 3. dilek hakkına gerek kalmadı. İsterseniz 1. dilekten sonra yaşamaya devam edebilirsiniz ama niye cennete kavuşmayı erteleyelim ki? Muhtemelen başka bir dine mensupsanız da işe yarar yukarıdaki şey. Öbür tarafı hesaba katmadan düşünürsek; zamanda yolculuk dileyebilirsiniz. Ondan sonra sırayla denersiniz öbür dileklerinizi. Önce bi uçmayı istersiniz, biraz uçup hevesinizi alınca zamanda geriye gidip uçmayı değil de görünmez olmayı dilersiniz, ondan sıkılınca havadan bezelye yağdırmayı falan seçersiniz. Gene 2 dilekle işi halledebiliyoruz ama tek sorun bunlara aynı anda sahip olamamamız. Bunları mutlu olmak için yaptığımıza göre direk aşırı mutluluk hali isteyebiliriz. Bunları yapmaya gerek kalmadan yattığımız yerden mutlu oluruz. Bir de bedensel ihtiyaçlardan kurtulmayı dileriz. Sonra gidin yatın evde. Başka bir yöntem; bu dileğin gerçekleşmesinden 0.1 saniye öncesine dönmeyi dileyebiliriz. Sonsuza kadar sıkışıp kalırız. Bu pek güzel olmadı evet. Gördüğümüz üzere 2 dilek fazlasıyla yetiyor. Düşünürseniz eminim buradakilerden daha iyilerini bulabilirsiniz. Lütfen bundan sonra açgözlülük yapıp daha fazla dilek hakkı istemeyin ya da isteyin yav bana ne.

1 Mart 2014 Cumartesi

Başlık

      Neden yazılara başlık koyulur biliyor musunuz? Önce yazılar hakkında birkaç bir şey diyeyim sonra başlıklara geçeriz. Yazı yazmak bir ticarettir. Yazan ve okuyan yazı aracılığıyla pazarlık yapar. Bir yazıyı okurken o yazıdan bilgi edinebiliriz, gülüp mutluluk elde edebiliriz bi sürü şey kazanabiliriz. Peki yazan ne kazanır bunun karşılığında? Yazdıklarına göre itibar, saygı, sempati kazanabilir. Fark edilir bazen, ki bu da oldukça iyi bir kazanç sayılabilir. Bu kazanmak üzerine kurulmuş yazılar içindir. Okuyan bilgi edinir karşılığında yazan da ilgi kazanır. Amaç karşıdakinden daha fazla kazanıp öne geçmektir.(İnsan sosyal bir varlıktır ama çevresiyle her şey için rekabet halindedir. Yemek, eş, falan filan bence bu örnekleri siz çoğaltabilirsiniz. Bir yandan beraber yaşamak zorunda öbür yandan beraber yaşadıklarını geçmek zorunda ama fazla geçerse yalnız kalır ve istediklerini elde edemez. Dengeyi iyi kurmak lazım. "Ben yalnızım demek ki toplumun önündeyim." diye düşünmeyin çünkü bazen arkadakiler de yalnız kalır.) Bazı yazıların da amacı karşılıklı zaman kaybetmek üzerine kurulu ama onu sonra açıklarım.

      Neyse konumuza dönelim. Başlıkların amacı yazının ilgi çekmesini sağlamaktır. Yazıyı olmadığı kadar iyi gösterip insanları kandırmaktır başlık yazmak. Gerçekten iyi yazıların başlığa ihtiyacı yoktur çünkü iyi yazılar birkaç kelime ile özetlenemezler. Savaşlar başlıklar için yapılır zaten. Şehrin girişindeki tabelada İngiltere yazmasın da Fransa yazsın diye yapılır savaşlar. Şehir aynı şehir sadece başlığı değişir. Haritada rengi değişir. İnsanlar başlıklar için ölür. Başlıklar kötüdür. Başlıklar savaş çıkartır. Eğer ortada bir başlık varsa orada önünde sonunda bir savaş çıkacaktır. Bunu engellemek için başlıkları ortadan kaldırmalıyız. Dolayısıyla tüm başlıklar yok edilmelidir. Tüm yazılar birleşmelidir. Böylece uğruna savaşılacak bir neden kalmayacaktır. Yalnız şöyle bir sorun çıkabilir; başlıklar yazıları ayırır, "burada yazan öncekinden farklı, bu yazılar ayrı yazılar" der başlıklar. Eğer başlıklar yok olursa yazılar olmaz. YAZI olur. Tüm yazıların karıştığı tek bir yazı olur. Seçme özgürlüğü olmaz zira seçim için en az iki şey gerekir. "Olsun, başlıklar savaş çıkartır. Böler ayırır her şeyi. Birleşmemizin önündeki engelleri kaldıralım ve savaşsız bir dünya yaratalım."  Demeyin bence. Sınırları kaldırırsak bizi bekleyen gelecek güzel mi olacak sizce? Aslında bunu deneyebiliriz. Gidip marketten sulu boya alın. Sonra kağıdın üzerinde karıştırın hepsini, elde edeceğiniz sonuç bu değil:
renkler ile ilgili görsel sonucu



Bu olacaktır:






Başlıkları kaldırırsak bizi bekleyenin gökkuşağı olacağını mı sanıyorsunuz? 

26 Şubat 2014 Çarşamba

2. Bölüm: Kalp

      Kalp aslında çok üzgün bir organdır.("Organın üzgünü mü olur?" Demeyin. Aslında her şey üzgündür ama biz sadece kendi türümüzün ve birkaç tane de hayvanın üzüntülerini anlayabiliyoruz. Aslında sadece kendi üzüntümüzü anlayabiliyoruz diğerleri tahminden ibaret. Sanırım.) Neyse kalp neden üzgündür? Kalp iç organlarımız arasındaki en hareketli organdır. Bağırsakların da hakkını yememek lazım ama kalp hızlı baya. Aslında kalbimiz bize kan pompalamak istemez. Ona sorsak gerçek isteği özgürce koşmak yer değiştirmektir. Onca hareketine rağmen aynı yerde kalmak, hiçbir şeyi değiştirememek çok canını sıkar kalbin. Esaret gibi düşünebiliriz de. Kalp vücutta esirdir. Özgürlük kavramı birçok insan için ölmeye değerdir. Peki kalp neden istekleri uğrunda ölmeyi göze alamıyor? Çünkü kalbimiz korkaktır ve yalan söylemiştir.

      Kalbin istediği tek şey hayatta kalmaktır, özgürlük bahane. Bunu Ergenlikteki evden kaçma hayalleri gibi düşünebiliriz.( Ya da bir tornavidayla çarşafta delik açmak gibi de düşünebiliriz, konumuzu anlamamıza yardımcı olmaz ama hayal gücümüzün ne kadar sınırsız olduğunu görüp güne gülerek başlayabiliriz. Eğer bu yazıyı akşam okuyorsanız güne gülerek veda etmiş olacaksınız. Zaten başlangıçlar kimsenin aklında kalmaz sonlar kadar. Başlangıçlar sonlardan daha çok hatırlanmayı hak eder aslında. Her şey sonlanacak ama her şey başlamayacak. Sonlar huzur verir. Huzur hakkındaki görüşlerimi yazmıştım daha önce.) Sürekli beyinden emir alan ve onsuz atamayan kalbin geliştirdiği bir savunma mekanizmasıdır bu yalan.(Kalpte SA düğüm var kendi kendine uyarı çıkartıyor beyine ihtiyacı yok falan filan demeyin. Eğer kalbin beyinle ilişkisi kesilirse ortaya çıkan sonuç nörojenik şok tablosu olur ki bu da kalbin emir almadan hiçbir şey beceremeyen aciz bir organ olduğunu gösterir.) Beynin vücudu ele geçirip köle gibi çalıştırmasında kalbin yeri büyüktür. Eğer beyin geldiği zaman savaşa kalp de katılsaydı her şey daha farklı olabilirdi ama o rahatı seçti, arkadaşlarının büyük acılar çekmesine seyirci kaldı. Karşılığını da Aort'tan ilk çıkan dallarla beslenerek aldı.

      Toparlarsak; Kalp kendi keyfi için arkadaşlarını satan (Nasıl sattığı başka bir yazının konusu) bir organdır. Kendi başına hiçbir iş yapamaz ama her şeyi kendi yapıyormuş gibi gözükür. Sürekli kıpırdanır ama hiç gerçekten hareket edemez. Kendi başına karar almaktan korkar. Hep bir üst merkeze bağlı olarak çalışır. Kısaca kalp dediğimiz organ sürekli özgürlüğünü isteyen ama özgür kalacak kadar cesareti olmayan bu ikilem yüzünden de üzülen bir organdır ki bence üzülmelidir de.

Bu seferki yazıyı sevmedim. Sanki bir şey eksik gibi.

İyi akşamlar.

21 Şubat 2014 Cuma

Kimya

Merhaba arkadaşlar,
4000 yıllık kimyanın sakladığı gizli sırlardan birini sizinle paylaşıyorum. Öncelikle birkaç hatırlatma yapıyorum ki konuyla olan bağınız kopmasın(Aslında kopabilir de, pek önemli değil.) Tuz ruhu dediğimiz temizlik maddesi aslında hidroklorik asittir. Lisedeki kimya derslerinden bildiğimiz gibi "asit+baz=tuz+su" dur. Asit yerine tuz ruhu yazarsak tuz ruhu+ baz= tuz+su olur. Tuzlar birbirini götürür. geriye ruh+baz= su ama bu kadarla kalmıyor. Bazın kelime anlamlarından birisi de vücuttur. O zaman ruh+vücut=su vücudumuzun %60-65i sudur. Su yerine %65 vücut yazarız. Denklemi son bir kez daha sadeleştirince ruh=-%35vücut olduğunu görürüz. Niye böyle oldu? Çünkü vücudu insan vücudu aldık. Onun yerine karpuzu alalım onun %97si sudan oluşuyor. Yuvarlarsak %100 sayılır, o kadarcık farktan bir şey olmaz. O zaman ruh=0 oluyor. Demek ki karpuzların ruhu yok. Su içeriği yüksek olan kavun ve salatalığın da yoktur. Aslında yazıya başlarken daha mantıklı bir sonuca ulaşırım zannediyordum. Güya kimyanın kadim sırlarını açığa çıkaracaktım. Sanırım tuzlar birbirini götürene kadar iyi gitti ama o adımda bir karışıklık oldu. Kimya ve matematiği birbirine karıştırmamam gerekiyordu muhtemelen ama karıştırmasaydım da karpuzun ruhu olmadığını öğrenemeyecektik. Neyse en azından birisi size karpuzların ruhu olup olmadığını kanıtlamanızı isterse yukarıdaki adımları uygulayabilirsiniz.
İyi akşamlar.

17 Şubat 2014 Pazartesi

Başlangıç

Embriyo iken birbirinin aynı olan hücreler neye göre farklılaşıyor? Neden kimisi böbrek olurken öbürü damar oluyor bir kısmı beyin oluyor falan (tüm organları saymaya lüzum yok sanıyorum.) Eğer herhangi bir embriyoloji kitabını açarsanız bunun hücreler arasındaki birtakım sinyaller, kimyasallar nedeniyle olduğunu söyleyecektir. Maalesef ki bu tamamen yanlıştır. Bazı güçler gerçeğin öğrenilmesini istemiyorlar.(Peki neden istemiyorlar? Bilgi güçtür, gücün başkalarının elinde olması ise sakıncalıdır. Başkalarının, bildikleri ile bildiklerini sandıklarının oranı ne kadar az olursa o kadar iyi olur. Ben niye size söylüyorum? Çünkü bilgi güçtür ve eğer sizde de güç olursa bu birtakım kişilere karşı savaşabilirsiniz. Benim karım ne olacak? Dövüşen iki grubu izleyerek bir miktar eğlenebileceğimi düşünüyorum.) Konumuza dönelim. Nasıl farklılaşıyor bu hücreler? Cevap: Farklılaşmıyorlar. Bu hücreler hepimiz aynıyız, kimseyi ötekileştirmeyeceğiz diyerek prolifere olmayı reddediyorlar. Çünkü farklılık olursa adeletsizliğin ve acının olacağına inanıyorlar ama işler umdukları gibi gitmiyor.(Genelde de işler umulduğu gibi gitmez zaten. Umut zaten acının yoğunlaşmış halidir. Gerçekleşmesi olası durumlarda insan umut etmez, bilir o işin olacağını. Umut olasılıklar bizden yana değilse, tutunacak gerçek bir dalımız olmadığı zaman ortaya çıkan bir dayanaktır. O yüzden de eğer umudunuz varsa o işten pek bir şey beklemeyin bence.) Bir süre sonra önlerinde yalnızca iki seçenek kalıyor; ya aynı şekilde kalacaklar ya da acı çekme pahasına farklılaşacaklar. Aynı kalmayı seçenler bu hayatla bağdaşmıyorlar dolayısıyla onlardan bahsetmek vakit kaybı zira onlar korkaklar ve onlar hakkında yazılan her cümle çok kötüdür, pistir, yakılmayı hak eder ve silinmelidir. Acı çekmeyi seçen öbür gruba gelirsek; bekledikleri kadar kötü değil durumları çünkü: "Işık varsa karanlık da vardır." mantığıyla "acı varsa mutluluk da vardır" diyebiliriz. Sonuçta adamlar biraz mutlu biraz mutsuz yuvarlanıp gidiyorlar. Daha sonra bir sürü olay oluyor ve organlar falan ortaya çıkıyor. (Aslında son cümleyi biraz daha fazla açıklamam gerekiyordu sanırım. Yazının başından anlatmayı düşündüğüm yer orasıydı ama işler umduğum gibi gitmedi. Bir yerde okumuştum genelde de gitmezmiş zaten.)
Bir sonraki yazı "Yakından tanıyalım: Kalp" (İç organların iç yüzü diye yazsam daha mı iyi olur acaba?)

14 Şubat 2014 Cuma

Huzur

İnsanlar huzuru sevmezler. Huzuru arayan insan yoktur aslında. Biz karmaşa ve uyumsuzluğu seven canlılarız. Peki bunu nereden anlıyoruz? Havalardan anlıyoruz. İnsanları yaklaşık 1-2 sene gözlemlerseniz göreceksiniz ki genelde yazın daha çok geziyorlar. Kışları evlerinde geçiriyorlar daha çok. Soğuktan korunmak için insanlar içlik, atkı falan giyerler ki bence gayet doğru bir hareket. Aslında yazıma öncelikle sıcak ve soğuk kavramıyla başlamam gerekirdi yeni fark ettim. (Bir önceki yazdıklarımı silip yeniden yazabilme gibi bir seçeneğim olduğu halde devam etmeyi seçiyorum zira böylesi daha kolay. Bu arada  parantez içindeki yazıları okumayın bence, sıkıcı oluyorlar.) Aslında sıcak-soğuk kavramının temelinde hareket vardır. Atomlar sürekli rastgele bir şekilde hareket ederler. Bu hareketler hızlı olursa biz bunu sıcaklık olarak hissederiz, yavaş olursa soğuk olarak. Aslında sıcak dediğimiz şey hız ve karmaşadır. Bildiğiniz gibi soğuk insana zarar verir. Eğer bilmiyorsanız hemen bir insan(Tercihen kendiniz) bulup elini soğuk suya sokun. Yeterli bir süre beklerseniz benim ve birçoklarının acı olarak adlandırdığı o nahoş hissi duyabilirsiniz ve soğuğun zararını anlarsınız. İçlikler bu nedenle icat edilmiştir. Bizi soğuktan ( Diğer bir deyişle yavaşlıktan) korumak için varlar. Soğuk acıtıyor çünkü doğamızda yavaşlık yok, biz kaosu seven varlıklarız. Sıcağı sevmemizin nedeni bu. İçlik giymemizin nedeni de bu. Huzur adı verilen, hareketsizlik ve rahatlık üzerine kurulu bu kavramın soğuktan hiçbir farkı yok. Huzur da bize acı verir."Öyle diyon da çok sıcak suya elini sokarsan da elin acır. Bence çok saçma" demeyin. Yemeği tuzlu yemek ile tuz yemek arasındaki fark gibi bu da. Tuzu saf olarak tüketememiz onu sevmediğimiz anlamına gelmez. Kısaca biz kaos istiyoruz. Huzur bizi öldürür. Huzur isteyen insanların fikirlerini biraz eşelerseniz aslında istedikleri şeyin karmaşa olduğunu görürsünüz.( ya da göremeyebilirsiniz de ama bizim bir arkadaş var o çok iyi görüyor.) Böylece gerçek hislerimizi daha iyi anlamak için bir adım daha atmış olduk. Yarına umutla bakabiliriz artık.( Aslında umut zayıflar içindir. Güçlülerin umuda ihtiyacı yoktur. Onu da başka bir yazıda irdeleriz.)

28 Ocak 2014 Salı

Böbrek

Merhabalar,
Neden böbreklerimize gereken önemi vermiyoruz? (Ya da veremiyoruz olarak mı sormam gerekirdi bu soruyu? Bence istesek veririz demek ki vermiyoruz olarak sormam gerekiyormuş ve buradan çıkan başka bir sonuç bu parantezin tamamen gereksiz olduğu ama okumuş bulundunuz artık, sağlık olsun.) Belki de ilk başta böbreklerimize vermemiz gereken önem ne kadar sorusuyla başlamalıydık. Bunu anlamamız için vücudumuzun gerçek hikayesini öğrenmemiz gerekiyor. Organların gerçek işlevleri, beyinin nasıl iktidara geldiği, akciğerlerin neden 5'e ayrıldığı gibi birçok konuya hakim olmak gerekiyor ki böbreklerimizin gerçek değerini anlayalım. Peki anlamasak ne olur? Bir şey kaybeder miyiz? Bu sorunun cevabı potansiyelinizin altında kalmayı kaybetmek olarak görüp görmemenize göre değişir. Ya da değişmez tam emin olamadım şimdi ama fazla bilgiden zarar gelmez.(Çoğu zaman.) Neyse o da başka bir yazının konusu olsun. Hikayeye en başından başlamak gerekiyor. Daha anne karnındayken birbirinin aynı olan hücreler neye göre organlara dönüşüyor sorusuyla başlayacak yolculuğumuz en sonunda en önemli organımız olan böbreğimizle son bulacaktır. Aslında sonunu başında söyleyince insanın biraz keyfi kaçıyor. Geçen bir kitap okumuştum önsözden başlayım dedim, adam sonunu yazmış. Artık önsözleri okumuyorum. Bazen de kitabı bitirince okuyorum. Üzücü bence.
İyi akşamlar dilerim.

Sekiz

İyi günler,
Neden yağmur yağdı diyebiliyoruz ama ölü öldü; yangın yandı diyemiyoruz? Sizce de garip değil mi? Aslında bur cümlelerden yola çıkarak dil ve insanlık üzerinde oynanan oyunları görme şansına sahibiz. Anlatmaya en başından başlayalım. Bir düşünceyi yok etmenin birkaç adet yolu vardır. Birkaçını saymak gerekirse: Tüm düşünenleri ortadan kaldırabilirsiniz.( Ama ilerde aynıları tekrar düşünülebilir o yüzden etkili ama kısa süreli bir önlem almış olursunuz. Hem zaten o kadar adamı kim öldürecek?) Düşünceyi insanların beyninden lazerle silebilirsiniz.(Aslında en iyi çözüm bu ama maalesef ki şu anki teknoloji buna müsait değil.) Ya da kelimeleri değiştirirsiniz. Düşünme eyleminin kaynağı kelimelerdir. İnsan kelimelerle düşünür. Eğer kelimeleri değiştirirseniz düşünceleri de değiştirebilirsiniz.( Türkçemiz yok olmasın falan filan diye uğraşmalarının asıl nedeni bu. Eğer Dil değişirse düşünce değişir, düşünce değişirse insan değişir, insan değişirse başka şeyler de değişir, sonra bir takım olaylar falan olur.) Neyse, önceden ölü de ölürdü yangın da yanardı. Şimdi olmuyor böyle. Muhtemelen ilerde yağmur da yağamayacak. Peki neden böyle oldu? Çünkü bir şeyleri düşünmemizi istemiyorlar, o yüzden dilimizi değiştiriyorlar yavaş yavaş. Ama çok geç değil, hala bir şeylerin gidişatını değiştirebiliriz. Bırakın yangın yansın; buz donsun; olan olsun. Sonra bizden saklanan o büyük gerçeği fark edelim. Peki neden buraya direk yazmıyorum bu gerçeği? Aslında yazamıyorum, size elmanın tadını,maviyi nasıl tarif edemiyorsam bunu da tarif edemem. Maviyi anlamanız için gökyüzüne bakmanız gerekir, bunu anlamanız için de yangının yanması gerekir. Çok geç olmadan bir şeyler yapın.

10 adımda felsefe

17.) Adımları hızlandırmak Küçükken bir hikaye okumuştum. Adamın biri at arabasını elma ile doldurmuş, yolda gidiyormuş. Bir süre ilerledikt...